Bilmem kaç tonluk binaları,
Bilmem kaç voltluk ışıklar aydınlatırken,
Bize hediye gibi sunulan bir ölümden bahsetmek istiyorum.
İnsanın insana ihaneti diyorum, fazla uzaklaşmış olamaz. Baksana, her yerde kan, parçalanmış cesetler, can çekişen hikayeler…
KÖR, SAĞIR, DİLSİZ
-devlet, insan diyetine girdi.
Bizi faiş fiyata sattılar Sevgilim, g*tü iyi kollamak lazım.
Dış sesimize sağırlar.
İç sesimiz zaten esaret altında, biliyorsun. Biliyorsun ki bizi dev bir asansörle mağmaya indiriyorlar. Biliyorsun ki sayılar, rakamlar, efeler, tüfelerin hepsi kefenlere çıkıyor.
Yakalandığı halde hiçbir cinayetini üstlenmeyen bir seri katil: Tanrının bu coğrafyaya intikamı gibi tepemizde bekliyor.
28 Haziran 2016′ nın akşamı, geceye hazırlanırken en güzel kıyafetlerini giyiyor. Sokak lambalarının mesaisi başlamış. Kurumsal bir kimlik, diğer kurumsal kimlikten görevini devralıyor. Bir kadın bavulunu hazırlarken kocası “hadi acele et” diyor. Küçük bir kız çocuğu evin koridorunda sağa sola koşuyor. Muhtemelen telefon çalıyor. Alelacele konuşmalardan sonra vedalaşılıyor. Kadın bavulunu odasından çıkarıp çocuğuna sesleniyor. Aile kapının önünde toplanıp her şey son kez gözden geçiriliyor. Kapı kilitleniyor. Asansör düğmesi onlar için son kez görevini yerine getiriyor. Binadan çıkış. Araba. Seyahat hakkında rutin konuşmalar. Trafik lambaları. Yol tabelaları. Yolun ortasında su satan yaşlı kadın ve kağıt mendil satan çocuklar. Ağaçların geceye iz düşümü, karanlık renkler, yol şeritleri, demir köprüler, beton köprüler, arabalar, korna sesleri, trafik polisleri, arabanın yanından hızla geçen motosikletli bir adam, fren pedalına dokunan bir ayak, bagajdan çıkarılan bir bavul, hızla örtülen araba kapıları, telaşlı adımlar, güvenlik kontrolleri, biletlerin saklama kabini olan çantanın aralanan fermuarı, hepsi, hepsi 5 yaşındaki bir kız çocuğunun son gördükleri…
Şimdi küfretmeye nereden başlamak lazım?
Üç tane ucube önce silahın tetiğine dokunuyor, sonra kendi doğrusu için kendini parçalara ayırıyor, başkalarını parçalara ayırıyor, hayatları parçalara ayırıyor. Sana; yüz bin kere alzheimer olsan dahi unutamayacağın bir an bırakıyor. Hepsi s*kik bir ideoloji için güya(!) Cennet denilen ütopik şehvet bahçesinin içinde rahatça sex yapıp, dereden kana kana şarap içebilmek için.
Kaos.
Şizofrenin biri “kutsal” dedikleri kitabı okuduktan sonra insan öldürmeyi hak biliyor. Kutsal kitabın yanında kamasutra okuyanlar çoluğa çocuğa tecavüz ediyor. Bizi “Cinnet Arefesi” dedikleri uçurumun kıyısına sürüklüyorlar- diye bir cümle kurmak istiyorum ama “arefe” kelimesinden nefret ediyorum. Dilimdeki tüm İslami jargonları tükürüp tükürüp atmak istiyorum.
İdeoloji kisvesiyle bütün ruhu ur bağlamış hastalıklı insanları tedavi etmek mümkün mü? Üstelik histerikli bir katilin avuçlarının içinde yarın ne olacağımızı bile bilmezken. Üstelik biz de potansiyel bir katil olmaya evrilirken…
Küfretmeye nereden başlamak lazım?
Demirin yanına kükürtü koyup barutu icat eden adamdan mı? Kümülatif yığını hipnozla etkisi altına alıp iplerini elinde tutan siyaset adamlarından mı? Dış politika dedikleri takım elbisenin altına iç politikasını cüretkâr kılmak için jartiyer giyen, ev ev değil, köy köy değil, il il değil, ülke ülke önüne gelene veren sapkın bir ruh orospusundan mı?
Bir itiraf:
Evimdeki saatli maarif takviminin yaprakları bitmeden ölmekten çok korkuyorum. Midem bulanıyor. Biz, karanlık izbe bir yolda yürürken arkamızdan sessizce yaklaşıp eliyle ağzımızı kapattıktan sonra sesimizi ve nefesimizi kesen bir seri katilin, işlediği bir cinayeti başka bir cinayetle örtmeye çalışıp hedef saptıran bir seri katilin, kandan, parçalanmış cesetlerden, yüksek sesli gürültüden haz duyan bir seri katilin, başka bir ülkede olsa hiç düşünülmeden akıl hastanesinin en ücra hücresine kapatılacak, kan ve ceset görüntülerine bakarak mastürbasyon yapan insan vasfını yitirmiş, semptomları; ruh ve akıl hastalığının çok çok üstünde olan şiddet aşığı bir sadist bir seri katilin ellerindeyiz. Türkiye Cumhuriyeti Devletini, Türkiye Cumhuriyeti Kafesine çeviren, kafesin içinden ses geldikçe -bir örtüyle kafesin üzerini örtüp- sesi ve görüntüyü sansürleyen ve ve ve yalnızlık duygusunun ruhunda açtığı yaralar sızladıkça nöbet geçirip öfke krizinde giren, kemirgenleşen, yok eden bir seri katilin iki dudağının arasında yaşam mücadelesi veriyoruz.
Ülke kimsesizler yurdu gibi sevgilim. Kimsemiz yok birbirimizden başka.
Bankta unutulan kitap gibiyiz, sahibinin geri dönüp almaya tenezzül etmediği. Okuma yazma bilmeyen bir adam buldu bizi. Sayfalarımızı yırtıyor. Adam hiç düşünmeden bizimle sobasını tutuşturuyor. Sobanın üzerinde bir tencere var, KAPAĞI HEP AÇIK. Zor kaynıyor. Biz neyi tutuşturup küle döndüğünüzü hiç bilmeden,
Tencerenin içinde ne pişiyor? Hiç bilmeden,
Pişen yemeğin kaç kişiye servis edileceğini hiç bilmeden,
Yanan kağıdın küllerinden kalan kelimelerle birbirimizi bulmaya çalışıyoruz.
Ama insan düşünmeden edemiyor:
-ya bir gün bizi savurur(lar)sa,
Denize karşı yüksek kayaların üzerinden.
Daha göğüs kafesimizle yüreğimiz eşleşmemişken
Hapsedildiğimiz kafesi atarlarsa diyorum
Kapağı bile açılmamışken.
Ardımızda okumadan ezberlediğimiz bin yıldır kayıp bir kitap,
Zümrüt-ü Anka.
Ya bizimle birlikte fırlatılırsa…
Ben bu düşmeleri iyi tanıyorum Sevgilim
Kolay kolay ölünmüyor.
Her savrulmada yeni bir rüzgar, yeni bir bahçe, yeni bir kimlikle yeniden doğuyorsun.
Uçurum dediğin ev,
Ev dediğin uçurum.
Bir süre sonra alışıyorsun.
Üzgünüm Sevgilim
Sana bugün özgürlükten bahsetmek isterdim.
Ama iç sesim bile tehdit ediliyor şu sıralar.
…
Tencerenin içinde paylaşılamayan bir dünya var.
Tencere; dört bacaklı, adına “sanayi” dedikleri sobanın üzerinde
Birde biz varız işte,
Sobayı tutuşturan.
İkimiz ve diğerleri,
İkimiz varız.
Bir yazının bütün kelimelerini büyüteçleyip birbirini bulmaya çalışan…
Senin parmak uçların var bana hikayeler yazan.
Benim hikayelerim var özerkliği sana çıkan
Düşmelerimiz var,
Labirentlerimiz var,
Dış seslere sağır olmalarımız var.
Benim sana içimden: “Çok karanlığa kalma sevgilim, bitir artık o yazıyı” demelerim var.
Senin beni duymamaların var
-ki bu gidişle
Cennete susayan hayvanların tokat izleri olacak herkesin yüzünde.
Sen yine de acele et sevgilim, çok karanlığa kalma.
Ben -allah’ın emanet bürosu dedikleri- bu dünyada
Hece ölçüsüzlüğüm ve
Devriksizliğimle
-eğer ölürsem bütün cümlelerimi sen düzelt, onların hepsi senin-
Bir şehrin hiçbir seferde zapt edilmeyen topraklarında ceset kolluyor olacağım.
Alın terimi silecek hayalin.
Hayalin alnımdan öpecek.
Bu da benim en büyük firarım işte.
Sevim Demiröz
Bir cevap yazın