Reyhan Hanım, geçti aynanın karşısına, bigudilerini yavaş yavaş açtı ve son beş yıldır
boyamayı bıraktığı gümüş grisi saçlarının arasında parmaklarını özenle gezdirdi. Buklelerinin
tamamını açmazdı hiç, saçın havası kaybolurdu o zaman. Basık saçı Kemalettin Bey de hiç
sevmezdi. ‘Kadının saçı yürüdüğü zaman dikkat çekmeli, omuzlarına dökülmeli, rüzgârda
savrulmalı,’ derdi hep. Kemalettin Bey’le ilk buluştuğu günü hatırladı, kuzguni siyah saçları o
günlerde bigudi ile sarmadan da bukle bukleydi ve güneşte ışıl ışıl parlar ince tüllü şapkasının
altından omuzlarına dökülürdü. Reyhan Hanım’ın bir de zümrüt yeşili gözleri vardı ki, uğruna
şiirler yazılmış, şarkılar bestelenmiş derlerdi. Ne kadarı söylenti ne kadarı gerçek bilinmez
ama güzelliğiyle, endamıyla çokça canlar yakmıştı. Ama onun kalbini sadece Kemalettin Bey
çalmayı başarabilmişti.
Aynı mahallede oturuyorlardı, Kemalettin Bey’in babasından kalma bir esnaf lokantası
vardı. Ayda iki kere Reyhan Hanım’ın babası İsmail Bey, eşini, baldızını ve çocuklarını alır
bu lokantaya giderdi. Gel zaman git zaman uzun boylu, yapılı, dimdik yürüyen ve altın rengi
saçları güneşte etrafa ışık saçan bu genç işletme sahibi, Reyhan Hanım’ın dikkatini çekmeyi
başarmıştı. İsmail Bey’in biraz tutucu olması ve döneme göre normal sayılacak korumacı
tavırları yüzünden uzunca bir süre bakışmadan öteye geçemediler. Ilık bir bahar akşamı, yine
ailecek lokantada yemeklerini yerlerken, Kemalettin Bey ne yapıp edip cesaretini topladı ve
Reyhan Hanım’ın tabağının kenarına kimselere belli etmeden minicik bir not kâğıdı
iliştirmeyi başardı. Reyhan Hanım, kimse görmeden el çabukluğu ile kâğıdı gümüş rengi
saten kesesinin içine koydu ve sakince yemeğine devam etti. Sakin hareket eden sadece
elleriydi, oysa kalbinin sesini masanın başında oturan İsmail Bey hatta onun sağ tarafında
oturan annesi Saime Hanım bile duyuyor olabilirdi. Küçük kız kardeşi Adviye yanında
oturuyordu, ‘o kesin duymuştur,’ diye aklından geçirdi ama Adviye keyifle künefesini
yemeğe dalmıştı. Ablasıyla göz göze gelince:
-Bari ucundan tadına bak, amma inatçısın, iki lokma tatlı yedin diye kilo almazsın
merak etme.
Reyhan Hanım dikkat ederdi yemesine içmesine, her gün evlerinin arkasındaki koruda
düzenli yürüyüş yapardı. Kız meslek lisesini bitirmişti, özel günler için sipariş üzerine abiye
kıyafetler dikerdi. Kadınların üretmesini desteklerdi babası, ama kardeşi bambaşka hayaller
peşindeydi. Adviye’nin en büyük isteği, bir gün Fransa’ya gitmekti, şehir önemli değildi onun
için ‘Fransa olsun da’ derdi. Orada küçük bir şekerleme dükkânı açmak istiyordu. Saime
Hanım kızlarıyla gurur duyardı, Adviye’ye mutfakta tüm bildiklerini öğretirdi, o da bıkmadan
usanmadan yeni lezzetler dener, beğenilirse hemen şeker pembesi defterine tarifi ve ince
detayları not ederdi. Defteri ona ablası 18.yaş gününde almıştı. Nasıl da sevinçten deliye
dönmüştü.
Reyhan Hanım ve Kemalettin Bey o senenin sonunda dünya evine girdiler. Aşkları
dillere destan oldu. Ne zaman sokağa çıksalar mutlaka kol kola yürürlerdi İstanbul
caddelerinde. Kemalettin Bey, sık sık sağ eliyle Reyhan Hanım’ın elinin üzerini okşar, o da
yüzünü sevdiği adama çevirir, birkaç saniye de olsa yürürken bile aşkla birbirlerine
bakarlardı. Bir kafeye oturduklarında, Reyhan Hanım şapkasını çıkarır çıkarmaz Kemalettin
Bey yumuşak dokunuşlarla eşinin buklelerini düzeltirdi. O gözler yıllarca birbirine sevgi ile
baktı. Zarif bir ilişkileri vardı, birbirlerine hitap şekilleri, konuşulan konuların kalitesi, kültür
etkinliklerine beraber katılmaları, dost sohbetleri, vals yaparken herkesi büyüledikleri balolar.
Hayatlarındaki tüm detaylar şık, narin, özenli ve saygındı.
Hiç çocukları olmadı. İkisi de birbirini kırmamak için bu konunun yarattığı derin
sızıdan bahsetmeseler de için için çok üzülüyorlardı. Reyhan Hanım bekarlık döneminden
beri bir kızı olmasını istermiş. Küçükken Adviye’ye kardeşi gibi değil de çocuğuymuş gibi
bakmış; Saime Hanım onun bu küçük anneliğinden ara ara komşularına bahsedermiş. Hepi
topu yedi yaş fark olsa da aralarında Adviye’nin biberonunu getirmek, altını değiştirmek,
gazını çıkartmak gibi detaylarda Reyhan Hanım annesini hiç yalnız bırakmazmış. Kemalettin
Bey de tersine hep bir oğlu olsun istemiş, kendi gibi boylu poslu, sarışın, efendi. Bir ara evlat
edinmeyi düşünmüşler ama nedense Reyhan Hanım buna bir türlü pek sıcak bakamamış.
Reyhan Hanım, aynanın karşısında, Kemalettin Bey’i düşünerek bigudilerini yavaş
yavaş açtı ve son beş yıldır boyamayı bıraktığı gümüş grisi saçlarının arasında parmaklarını
özenle gezdirdi. Buklelerinin tamamını açmazdı hiç, saçın havası kaybolurdu o zaman.
İçeriden Adviye’nin sesi duyuldu:
-Abla, ben banyoya giriyorum, seslenirsen duymayabilirim. Çıkınca yeriz yemeği olur
mu?
-Tamam tamam, sen keyfine bak kızım, çok acıkmadım ben, dünkü çorbayı ısıtırız,
güzeldi tarhanan.
-Ay abla ne tarhanası yazın sıcağında, canın mı çekti yoksa? Biraz pilav var ya
dünden, bir de yanına cacık…Oh valla mis gibi yaz yemeği.
Adviye banyoda fazla kalmayı sevmeyenlerdendi, ‘zaten yetmiş yaşına geldim ve
yeteri kadar buruşuğum var, daha fazlasına gerek yok,’ derdi ve genelde soğuğa yakın ılık su
ile yıkanırdı. Ablasını da böyle yıkanmaya alıştırmıştı, ‘küçükken sen bana baktın, şimdi sıra
bende,’ der şefkatle şarkılar mırıldanarak Reyhan Hanım’ı yıkardı. Adviye, banyo sonrası
hemen odasına gitti, o pek sevdiği kenarı mavi işlemeli ev elbisesini giydi ve saçlarını bile
tam kurutmadan mutfağa geçti ve içeriye seslendi:
-Ablaların güzeli, çıktım ben. Yarım saate hazır her şey.
Reyhan Hanım’dan ses gelmeyince, pilavın altını iyice kıstı ve ablasının yatak odasına
gitti, hafifçe kapıyı tıklattı:
-Girebilir miyim? Gel sen de yoğurdu karıştır istersen, senin elinden cacık yemeyeli
uzun zaman oldu.
Diyerek içeri girdi ama Reyhan Hanım odasında yoktu. Telaşlı telaşlı evin odalarına
girip çıkmaya başladı;
-Ablam, neredesin canım benim, ses ver, hadi ne olur? Korkutma beni yine, ne olur
ablam, ne olur evde ol, çıkmamış ol. Ablaaaa!
Üzerindeki ev elbisesi değiştirmeden anahtarlarını kaptığı gibi dışarı attı kendini,
ayağında terlikler, merdivenlerden paldır küldür indi, sokak kapısının önünde derin bir nefes
aldı, kafasını toplamaya çalıştı ama ne mümkün.
-Ablam benim, ne güzel iyi gidiyordun kaç aydır, ne oldu ya şimdi?
Sesli düşünmüş olacak ki bakkalın çırağı:
-Adviye Teyze nasılsın? Ya sen ev terliğinle sokaktasın, Reyhan Teyzem de
pardösüsünü giymiş, ayağında botu takmış beresini parkta oturuyor. İnsanlar yaşlanınca
hakikaten tuhaf oluyorlar.
Adviye ayağındakilerle olabildiğince hızlı iki sokak ilerideki parka attı kendini.
Reyhan Hanım gerçekten de pardösüsü üzerinde, ayağında süet botları, bordo el örmesi beresi
başında, bankta oturup bukleleriyle oynuyordu. Nefes nefese yanına gitti, arkadan sımsıkı
sarıldı ablasına:
-Canım benim, ah canım ablam, güzel ablam, bir tanecik ablam benim… Ödümü
koparttın, hani tek başına evden çıkmayacaktın artık, evde seni bulamayınca delirdim.
-Aman Adviye, ne var kızım, parka da mı gelemeyeceğim, yetişkin bir kadınım ben.
Kemalettin Bey’i bekliyorum. Hadi sen git eve, bir genç kız akşam vakti tek başına sokakta
olmaz.
-Ablam, yapma ne olur. Hadi gel benimle.
-Kızım sen git eve, ben Kemalettin Bey’le birlikte gelirim. Önce bir lokantaya uğrarız,
var mı istediğin bir şey? Künefe getireyim mi sana?
-Yok ablam şekerim var ya benim, tatlı yiyemiyorum.
Yaklaşık beş aydır hiç bu ataklar olmamıştı. Doktor olma ihtimali var demişti ama
olmamıştı işte. Ya düzelmezse ya böyle devam ederse. Düşünceler sel gibi akıyordu
Adviye’nin kafasında.
-Eniştem gecikecekmiş, istersen eve geçelim olur mu, orada bekleriz.
Ablasının koluna girdi, iki kardeş parktan çıkıp eve doğru yürüdüler, birinde süet bot,
diğerinde ev terliği. Adviye kapıyı açar açmaz yanan pilavın kokusu burnuna geldi. Tam
mutfağa koşuyordu ki, geri döndü ve sokak kapısını kilitledi, anahtarı yeleğinin cebine koydu
sonra bir hışım koştu mutfağa. Sadece pilav değil, tencerenin dibi de epey yanmıştı. ‘Sağlık
olsun,’ dedi içinden, buna gerçekten inanarak söyledi. Sağlık olsun da tencere de alınır, pilav
da yapılır; yeter ki afiyetle yiyecek sağlığımız olsun. Reyhan Hanım üstü başıyla holdeki
sandalyede öylece oturuyordu, siyah deri el çantası kucağında, süet botları ayağında.
-Kemalettin Bey gelince hazır olayım ki çıkalım hemen. Sevmez hiç beklemeyi
bilirsin. Hani geçen senelerde bir kere sen bebeğini unutmuştun da o da bahçe kapısında bizi
beklerken…
-Ablacım, eniştem gelmeyecek. Güzeller güzeli ablam benim, Kemalettin Eniştemi beş
yıl önce kaybettik ya, hani kalp krizi demişti doktorlar. Lokantadan eve gelirken fenalaşmıştı.
Hatırladın mı?
-Öldü mü Kemalettin Bey? ‘Akşam ezanında parka gel Reyhan, sana bir sürprizim
var,’ demişti ama.
Adviye artık göz yaşlarını tutamıyordu, dizlerinin üzerine eğildi, ablasının ellerini
avuçlarının arasına aldı:
-Biliyorum ablacım, işte o akşam gelemedi eniştem. Çıkamadı lokantasından, kapıda
yığılı vermiş. Sana aldığı bu süet botların paketini da bırakmamış, sımsıkı tutuyormuş.
-Sahi, Kemalettin öldü, değil mi Adviye?
Bir süre sessizlik oldu, Adviye içine içine ağlıyordu, ablasının bu hali onu derinden
yaralıyordu ama elinden gelen pek bir şey yoktu. En büyük korkusu ona bir şey olursa
ablasına kimin bakacağıydı.
-Evet ablam, öldü. Hadi gel çıkaralım botlarını, pilavımız yandı ama güzel bir kahvaltı
sofrası kuralım şöyle seninle karşılıklı oturalım. Sen seversin akşam saatlerinde kahvaltı
etmeyi. Ne dersin, çay da demlesem mi?
-O zaman ben gidip buklelerimi düzelteyim, sen de ara lokantayı, Kemalettin gelirken
künefe getirsin sana, gençsin sen daha, dokunmaz. Belki ben de bu sefer seninkinin ucundan
tadına bakarım.
Bir cevap yazın