Dirayetimizin sınavında hep bütünlemelere kaldık kabul edelim. Önce parmaklarımız çürümeye başladı, sonra gözlerimiz, sonra biz… Tab edilmeden yandığı anlaşılan filmler gibiyiz. Bozuk, atılası ama hep “ne güzel şeyler vardı içinde” diye sohbetlere konu olası. Çocukluğumda tanıdığım güzel bir terzi vardı: “Hayata dikiş tutturacağız diye teğellerimizden olduk” demişti. Siyah önlüğümün beyaz düğmesini dikiyordu. Uzun uzun baktım yüzüne. O da bana bakınca gülümsedim, yanağımı okşadı nasırlı elleriyle. Canım acıdı ama üzülür diye belli etmedim. O terzi öldü bir sabah. Kadınlar kefenini hazırlarken gizlice girdim odaya. İğne iplik kullanmadılar. Dünya böyle bir yer işte. Sen hayatı nakışlarsın, ölürken kefenine düğüm bile atmazlar. O günden sonra siyah önlüğümü bir daha giymedim. O zamanlar benim yüzümden öldüğünü düşünmüştüm. Hâlâ aynıyım, kendimi değiştirmedim.
Düşündükçe kayıplara karışıyor insan. Yok olmak var olmaya gebe gibi. Eğer bu bir hastalıksa, sessizlik bu hastalığın ilk belirtisi. Yok oldukça öğrendim…
Sonra dağlar gördüm, nehirler… Güzel şarkılar dinledim. Güzel dostlarım oldu. Güzel insanlarla güzel hayaller kurdum. Hatalarım da oldu, okkalı kayıplarım da. Acılarımın hepsi resmi kayıtlara dökülecek cinstendi.
Büyümek böyle bir şey mi? Aynı hataları, aynı kayıpları zamana yayıp takvim yapraklarına el yordamıyla hayatı devirmek mi? Henüz anlamını yitirmemiş şeyler varken üstelik. Kendi kuyruğunu yakalamaya çalışan kedi gibi dönüp dururken ruhumuzun darp edilişine bilet kestiriyoruz. Seyretmeye doyamadığımız da kendi ömrümüz, şikayet ettiğimiz de. Konusunu beğenmediğimiz hikayelerin hepsi biz’li. Peki ne yapmalı şimdi, sayfayı mı çevirmeli?
…
Karanlıktan korkan birinin sonradan kör olması ne demektir? Ne demektir iğnenin güneşe saplanması, kaybolmak ne demektir? Adres bilmeden çarpa çarpa koşmaya çalışırken dönememek ne demektir? Kaldığın yere dahil olup ait olamamak, çölün ortasında kum fırtınasına yakalandıktan sonra oradan oraya savrulmak, kendini bir mahsene kapatmak, kocaman tatlı bir gezegene parmaklarının ucuyla tutunmaya çalışmak, demlenmeyen acı, ruhta meydana gelen yırtık, zarar-ziyan-zaiyat, tükenen parmak uçları ve bütün bitişlerden sonra üzerine gün ışığı düşmeyen bir sadakatin gölgesizliği ne demektir?
Beşe beş var. Ve sis. İkinci el bir mevsimin tam ortasında savrulan yapraklarımı seyrederken kederli bir sigara tutuşturup kesik kesik üflüyorum. Neyse ki bunların hepsine fotoromanlarda rastlanır. Sayfayı çeviriyorum.
ocak 2013-aralık 2016
Sevim Demiröz
Bir cevap yazın