Mine “Baş başa içip müzik dinlemeyeli yıllar olmuş” dedi Burak’a. “Bizimki anneannesinin yanında kim bilir kaçıncı rüyasını görüyordur.” El ele tutuşmuş, ağır ağır yürüyerek Kurbağalı Dere’nin üzerindeki köprüye gelmişlerdi. Yaşlı bir sokak köpeği yanlarından usulca geçti. Gittikleri küçük mekânda sahneye çıkan amatör grubun gitar soloları, bateri ritimleri hâlâ kulaklarında çınlıyor gibiydi. Kapıda “Yüksek ses işitme kaybına neden olabilir” yazıyordu. Yazıyı gördüğünde aklına ömründe hiç yüksek sesle müzik dinlemediği halde işitme cihazı kullanan babaannesi gelince, hayatın tadını çıkarmak lazım diye düşünmüş ve gülümsemişti. Bu küçük bar, gençliğinde gittiği Rock müziği çalan, loş, tozlu, ucuz bira satan, bardakların pek yıkanmadığı ve bunu kimsenin takmadığı, öğrencilerin daha çok ay başlarında gidebildikleri barları anımsatıyordu. Mine elini karnına koyduğunda içinde müzik çalıyor gibi geldi ona. “Sanki radyo yutmuş gibiyim” dedi kıkırdayarak. “Sahneyi yutmuş olmayasın?” dedi Burak. Güldüler. İleride devrilmiş duran bir çöp kutusunun içinde yiyecek arayan kediler kavga etmeye başlamışlardı. “Uzun zamandır böyle içmemiştik” dedi Burak. “Kaç şişe bira içtiğimi hatırlamıyorum. Eve kadar yürümeye kalkışmasaydık keşke. Bütün gece ayakta durmaktan belim kopmuş.” “Ben de oradayken fark etmedim ama yorulmuşum galiba” dedi Mine. “Kırkımızı devireli çok olduğunu unutuyoruz ama sonra vücudumuz artık genç olmadığımızı fena hatırlatıyor” diye hayıflandı Burak.
“Karşı kaldırımda yürüyen çocuk, bardaki basçı değil mi yahu?” diye sordu Mine. “Sahi, o galiba, evet o. Sahne ışığında pek belli olmuyordu ama çok gençmiş. Öğrencidir belki de. Yetenekli çocuk” dedi Burak. Genç adam sırtında gitarıyla bir süre kaldırımda yürüdü. Sonra bir ara sokağa saptı.
Yaklaşık üç yüz metre sonra bir benzin istasyonunun önündeydiler. Burak saatine baktı, “Sabahın dördü” diye mırıldandı. Ay görünmez olmuş, puslu ışıkları saklandığı kasvetli bulut kümesinin içinden sokağa damlıyordu.
Yol kenarına park etmiş son model araçların yanında duran yirmili yaşlardaki üç genç birbirleriyle şakalaşıyorlardı. Kırmızı montlu olan, siyahlara bürünmüş arkadaşının elini hafifçe iterek “Dokunma oğlum arabaya, daha yeni cila yaptırdı peder. Arabasında küçük bir çizik görürse, beni de çizer sonra” dedi. “Amerikan park sistemi taktırdım geçenlerde. Farlar daha havalı olmuş, değil mi?” diye devam etti. Kısa boylu ve biraz topluca olanı “Kıro musun lan sen?” diye şaka yollu çıkıştı ona. Siyahlara bürünmüş genç adam, alaycı bir yüz ifadesiyle “Evet ya. Bu işlerin modası çoktan geçti oğlum. Varoştakiler bile öyle şeyler takmıyor artık. Ya, bir dakika? Arabayı biraz daha mı alçalttınız? Bu ne olmuş böyle… Her tümsekte asfaltı öptürürsün artık pederin kıymetli arabasına.” Kırmızı montlu genç, siyahlar içindeki arkadaşına öfkeyle baktı. Gözlerini kısarak, tıslar gibi bir sesle “Birazdan gaza basınca görürsün sen kim kimi öpüyormuş” dedi.
Hafta sonları ana caddede araba yarıştıran gençlere benziyorlardı. Yarışanların acı frenleri, motor gürültüleri ve kavgaları Mine ve Burak’ın ara sokaktaki evlerinden bile zaman zaman duyulurdu. Mine’nin zihninde bu gençlerin muhtemelen aileleri tarafından hediye edilmiş ya da babaları uyurken cebinden anahtarını yürüttükleri o havalı arabalarıyla, yarış pistindeymiş gibi gaza bastıkları ve motor sesiyle ana caddeyi inlettikleri bir sahne canlandı. Endişe ve huzursuzluk ruhuna kara bir bulut gibi çöküverdi. Yan gözle baktığında, Burak’ın yüz ifadesinden onun da benzer duygular içinde olduğunu okuyabiliyordu.
İlerideki çocuk parkının önünde bekleyen polisler yoldan geçen bazı araçları durdurup alkol muayenesi yapıyorlardı. “Birazdan bu gençlerin araba yarıştıracaklarını hissediyorum. Polislere söylesek mi?” diye sordu Mine, endişeyle. “Benim de aklımdan geçiyor aslında ama polis bu duran arabalara ve yanındaki tiplere baktığında onları mı ciddiye alır yoksa leş gibi bira kokan salaş giyimli bir çifti mi? Hem yol kenarına araba çekip sohbet etmek suç değil ki?“ dedi Burak. “Of, galiba haklısın. Ama onlar biraz sonra arabalarına biner de içlerinden çıkan canavarlar gaza basarsa… Neyse, belki de benim kuruntumdur. Kimsenin canı yanmaz umarım” dedi Mine.
Polis işini bitirmiş ve sahil yoluna doğru sapmıştı. Mine ve Burak arkalarında güçlü bir motor sesi duydular. Üç araç birbirleriyle yarışarak, son sürat akıp gidiverdi. Peş peşe acı frenler yapıp savrularak ilerideki kavşağa ulaştılar. Oradan da geniş ana caddeye dönüp gözden kayboldular.
Mine cebinden anahtarını çıkardı. Eve girdiklerinde saat beşe geliyordu. Vücudunda keyifli bir yorgunluk vardı. Ama ruhuna çöreklenen endişeden tamamen kurtulamıyordu. Derin bir iç çekti. Konuşmak için ağzını açtı. Ama kırk yılın başı eğlenceli bir gece geçiren kocasının keyfini daha fazla kaçırmamak için konuşmaktan vazgeçti. Sessizce uyumaya hazırlanan Burak’ın ruh hali de çok farklı değildi belki.
Ara sokaklardan yürümeye devam eden genç adam ana caddeye çıkan hafif yokuşun sonunda biraz soluklandı. Sırtındaki gitar kılıfının kayışını düzeltip yoluna devam etti. Üniversite son sınıftaydı. Seneye mühendis olacaktı. Bardaki programını bitirmiş, arkadaşının evine doğru yürüyordu. Uykusuz ve yorgundu. Ama sevdiği işi yaparak biraz para kazanabildiği için mutluydu. Bu gece patron ona birikmiş borcunu da ödediğinden keyfi yerindeydi. Bir apartman duvarının önünde durdu. Ayağını alçak duvarın üzerine koyup botlarının açılan bağcıklarını bağladı.
Uzaktan gelen motor uğultuları gittikçe daha iyi duyuluyordu.
“Kıroymuş ha… Senin ne hallerini biliriz oğlum. Yedi sülalen kıro be! Herife bak… Alttan aldıkça kendini bir halt sanıyor. Oha! Sollamak da neymiş, görürsün şimdi! Ezik miyim lan ben!” diye arabasında öfkeyle bağırdı kırmızı montlu çocuk.
“Yine yarışıyor işsiz güçsüz takımı, caddenin saçma sapan halleri işte…” diye kendi kendine söylendi genç gitarist ve motor çığlığı tam o an ensesinde patlayıverdi. Arkadaki siyah aracın öne geçeni sollamak için direksiyonu kırmasıyla, kontrolünü kaybetmesi, kaldırıma çıkıp genç adamı altına alması ve metrelerce sürükleyip ancak bir ağaca çarparak durabilmesi bir saniye bile sürmedi. Yaşlı ağacın gövdesi büyük bir gürültüyle ikiye bölündü ve kırılan gövde yola doğru devrildi. Aracın içine göçmüş ön kısmından dumanlar yükseliyordu. Apartmanların caddeye bakan dairelerinde ışıklar birer birer yanmaya, aralanan perdelerden dışarı bakan uykulu ama meraklı gözler korkunç gürültünün kaynağını aramaya başladı. Pert olmuş arabanın içinden yalpalayarak çıkan kırmızı montlu genç şaşkındı. Titreyen elini başına koydu, kaşının kenarından serçe parmağına bulaşan kana baktı. “Ah!“ dedi. Başı döndü, sendeledi. “Kan tutar beni…” diye mırıldandı ağlamaklı bir sesle. Arabanın önünden yükselen dumanları gördü. ”Peder öldürecek, işim bitti!” diye hıçkırdı. Sonra etrafına bakındı. Arkadaşları çoktan kayıplara karışmıştı bile. Gözü arabanın arkasına, kaldırımdaki kan izlerine takıldı. Bir şeye çarpıp sürüklemiş olmalıydı. Belki de bir sokak köpeğidir, diye geçti aklından. Bir an için öyle olmasını umdu. İleride, duvarın dibine fırlamış bir gitar kılıfı gözüne çarptı. Işımaya başlayan günün ilk ışıkları, vücudunun yarısı kaldırımın üzerinde, diğer yarısı arabanın altına sıkışmış halde, yavaş yavaş büyüyen bir kan havuzunun içinde yatan cansız bir insanı aydınlatıyordu. Genç adam, görünmez bir yumruğun karnının ortasına gömüldüğünü hissetti. Dizlerinin bağı çözüldü, gözleri karardı ve iki büküm olup kaldırıma çöktü. Açılan ağzından yaralı bir hayvanınkine benzeyen boğuk bir inilti yükseldi. Polis araçlarının mavi kırmızı ışıkları ve siren sesleri yaklaşırken, o kırmızı montunun içinde ufalmış, bir anda neredeyse yirmi yıl yaşlanmıştı. Etrafında toplanmaya başlayan insanları ve kendisine doğru koşan polisleri fark etmemişti bile.
Bir cevap yazın