Gözlerini duvarda asılı tabloya dikmiş, dakikalardır seyrediyordu. Görmek istediğini göremediğinden mi yoksa görmek için bir şeyler aradığından mı bilinmez, sürekli kafasını sallıyordu.
— “Kırmızı ve siyahın yoğunlukta olduğu insan motifleri, tabloda bir bacayı andırır şekilde verilmiş galiba. Yok, baca değil, ağaç gibi sanki. Yanan bir ağaç galiba, üstünde dumanı da var. Düşündü bir daha. Yok, ağaç değil burada resmedilen, bir insan. Ama kırmızı olmaz ki insan. Ağaç da kırmızı olmaz. Baca da siyah olur ama kırmızı ne ola ki?”
Bulamamak onun için sinir bozucu bir hal almıştı ki imdadına yandaki tablo koştu. İki adım sola kaydı. Aklı hala diğer tabloda, resmedilenin ne olduğunu bulma çabasındaydı. İçinden küfürler savurdu. Net bir karar verememeye sinirlenmişti. Neyse, buna bakalım dedi dudaklarının arasından. Koskocaman bir üçgendi bu. Ortasına bir göz çizilmişti. Tek gözlü bir üçgen…
— “İnsan neden çizer ki bunu? Bu ne peki? Bir canavar mı? Tek gözlü bir canavar olsa kolları bacakları da olurdu. Yok, ya bana göre değil bu resimler ya da burada çizilenler sadece ressamın hayal dünyasında barındırdığı saçma sapan şekiller olsa gerek…”
Tam da bu esnada illuminati dedi arkasından körpecik bir ses. Bakışları doğruca sese yöneldi. On beş on altı yaşlarında bir erkek çocuğu, bir kadının yanında tabloyu anlatıyordu.
— “Bak anne, bu illuminati, yabancılar şeytanı bununla nitelendiriyor. Onlara göre tek gözlü olurmuş şeytan. Bu da onu resmi işte.”
Annesi onaylarcasına kafasını aşağı yukarı hareket ettirirken fırtınaya tutulmuş bir ağaç gibi sallanıyordu simsiyah saçları. Simdi anne-oğul usulca yandaki tabloya yürüdüler.
— “İlluminati ha?”
Kalem ve defterini çıkardı ceketinin cebinden ve not aldı bu kelimeyi. Küçük, kara kapaklı, spiralli bir not defteriydi bu. Anlamını bilmediği kelimeleri ve yeni duyduğu/okuduğu sözleri defterine not alır, önce onları araştırır daha sonra da kullanılmak üzere hafızasına not ederdi. İnsan ilişkilerinde böyle küçük notların ve sözlerin kişiyi daha bilgili gösterdiğine inanırdı hep. O nedenle sürekli beğendiği yazarların kitaplarını okur, genellikle de onların sözlerini ve şiirlerini alırdı belleğine. Kısa ve etkileyici yazanları… Sait Faik okuması bu yüzdendi, Özdemir Asaf okuması da. Defterini usulca kapattığında artık tablolara bakmayı bırakmıştı. İçinde anlamlandıramadığı bir his, bu çocuğu takip etmesini söylüyordu.
— “Bakalım” dedi, “bakalım bu ağaç mıymış baca mı insan mı?”
— “Bak anne, bu bir palyaço. Siyah bir peruk var kafasında, genellikle de kırmızı giyerler zaten. Kafasının üstündeki dumanı görüyor musun? O duman da kışın ağzımızdan çıkan sıcak hava.”
— “Peki, gözleri neden yok” dedi annesi narin bir ses tonuyla.
— “Gözleri de yok ağzı da burnu da… Maskeli bir palyaço çünkü.”
— “Yok artık” dedi adam. “Daha neler… “
İyice afallamıştı. Kendini bilgili gösteren tavırlarından vazgeçmiş ve artık kendi tabirince cahilliğini yüzüne vuracak davranışlardan kaçınmanın bir yolunu arıyordu.
— “Palyaço ha? Ben neden göremedim ki? Amaaaan! Çocuk düşüncesi işte. Hayal etmekte üzerlerine yoktur. Sopayı bile at yapan çocuğun bu resimde palyaçoyu görmesi zeka göstergesi değildir ki. Ben de kendimi yeriyorum bir çocuğa karşı boşu boşuna.”
Kendini avutmak için söylüyordu bunları, fark ediyordu. Çünkü bir çocuğa yenilmenin verdiği aşağılanmayı kabullenemiyordu. Bakışları değişmiş, yürüyüşü bile bu yenilgiden dolayı şekil değiştirmişti. Şimdi tablolar gözünde hiçbir şey ifade etmiyordu ve tam da bunu gösterircesine göz ucuyla ve tiksintiyle bakıyordu tüm tablolardaki resimlere. Arada bir-iki tanesine anlam verse de çoğunu anlamıyordu resmedilenlerin. Acaba anlıyordu da kendine mi anlamsız geliyordu? Çelişki… İnsanı yiyen bitiren bir şey. İnsan çelişkiye düşmeye görsün, bir anda insanlığını unutur, düşünmekten helak olur ve sonuçta o çelişkide boğulurdu. Bunu şimdi daha iyi anlayabiliyordu.
— “En iyisi” dedi, “en iyisi bu tabloları yapanı bulmak. Daha ilk resim tahmininden çuvalladık baksana. Serginin sonuna gidene kadaaaar… Palyaçoymuş, hıh. Bence o bir bacaydı. Siyah dumanlar tüten kırmızı bir baca. Belki de Noel baba için süslenmişti”.
Evet, pek tabi bunlar mantıklıydı. “Görürsün sen” dedi dudaklarını ısırarak ve çok kısık bir sesle.
— “Yeneceğim seni.”
Doğruca kapısında müdüriyet yazan, ceviz ağacından yapılma, beyaz bir odaya yöneldi adımları. Kendinden emin ve kazanmanın vereceği sevinci şimdiden yaşayarak. Ama çelişkiler de bırakmıyordu yakasını. Ya palyaçoysa? Bir an duraksadı, düşündü… Evet, bu bacaydı. Kırmızı bir baca. Siyah dumanlı bir baca. Baca işte ulan. Yenmişti onu zihninde. Şimdi adımlarını bastığı her yerde onu gören herkes adını haykırıyordu sanki. Bu onun zaferiydi. Bir çocuğa karşı alınmış olsa da, zafer yine de zaferdi.
Kapıya vardığında arkası kendine dönük olan bir kadınla karşılaştı. Siyah saçları beline kadar uzanmış, siyah montunun üzerinde adeta yokmuşçasına asılı duruyordu. Hareketsizdi kadın. Pardon, müsaade eder misiniz? İçeri girdiğinde çocukla göz göze geldi. Bu onun için şampiyonluğu ezeli rakibinin sahasında kutlamak gibi bir duyguydu. Sonra kadına baktı, evet annesiydi kapıda duran. Sonra da bakışlarını masada oturan bıyıklı ve saçları yana taranmış, siyah takım elbiseli ve biraz göbekli bir adama yöneltti.
— “Merhabalar…”
— “Buyurun efendim.”
— “Şey…” dedi, biraz da ürkek bir tavırla. “Ben, bu tabloları yapan ressamla görüşecektim. Mümkünse onunla konuşabilir miyim?”
— “Tabi ki, lütfen biraz oturun.”
Dudaklarındaki gülümsemeden nasıl bir anlam çıkaracağını bilememişti. Neden Gülümsemişti ki adam durduk yere? Acaba kendisi miydi? Düşünmeyi bıraktı ve adamdan gelecek cevabı beklemeye koyuldu. Ardından çocuğa yöneldi bakışları ve masadaki adamın dudaklarından dökülen tek bir cümle, yıldırım gibi beynine saplanmıştı.
— “Bak oğlum, seninle görüşecekmiş bu amcan.”
Selim BAKİ
Bir cevap yazın