Sabahları hep kendim uyandım ben. Başucu saatimin ilk çalışında gözümü açıp, hiç oyalanmadan yataktan çıkma alışkanlığım vardır, çocukluğumdan, ilkokul günlerimden beri. Annemin beni uyandırmak zorunda kaldığı, nazlandığım ya da geç kaldığım zamanlar çok enderdir.
Okula gitmeyi de hep sevdim, sonuna kadar da sürdürdüm öğrenciliğimi, ta doktoraya değin… İş yaşamında da, üniversitedeki görevime, derslerime giderken de zorlanmak bir yana sevinçle kalktım erken saatlerde. Sabah uykularını sevmekle beraber, uyanmak hiç zor gelmedi bana. Yeter ki saatimin zili çalsın!
Onu ilk gördüğümde herhalde 7-8 yaşlarındaydım. Evimizin yakınlarında, kaldırım kenarında çukurdaki saatçi dükkânının vitrininde duruyordu. Küp formuna yakın prizmatik gövdesi lal kırmızısıydı. Bombeli sarı metalden kısa 4 adet ayağın aynıları, üst yüzeyde de dekoratif bir bitiş olarak kullanılmıştı. Akrep ve yelkovanı da sarı metal ve süslüydü. Beyaz kadran yüzeyinin köşelerinde ise zarif çiçek motifleri vardı. Belki de kırmızı renginden dolayı hemen dikkatimi çekmişti, Hemen babamın elinden çekiştirip, saati göstermemle beraber, beğenimi dile getirmeye kalmadan, dükkâna girip, onu satın almıştık bile. Ah benim canım babam! Evin en küçüğü olarak çok sevilen, korunan, el üstünde tutulan bir çocuktum ben; hem babam, hem de tüm ailem için. Bugün yüzü gelecekten çok geçmişe dönük yol aldığım orta yaşlarımda çok daha iyi görebildiğim gibi çok şanslıydım çok!
Tüm öğrencilik hayatım boyunca, ilkokul günlerimden, İstanbul’daki üniversite yıllarıma kadar, hep o kırmızı çalar saatimin ziliyle uyandım. Düşüp kırıldığında kırılan parçasını yapıştırdım, bozulduğunda tamir ettirdim ve asla ondan vazgeçmedim. Dijital saatlerin dönemlerinde dinlense de hep benimleydi. Sonra kızım üniversiteyi kazanıp gittiğinde İstanbul’da onun masasına yerleştirdim emektarı hemen, adeta benim çocukluk anılarımın kızıma yarenlik etmesini umar gibi… Kurmalı bir çalar saat olduğundan çalışıyordu çalışmasına ama kızım için çok anlam ifade etmemişti tabi, zaman cep telefonlarının türlü müziklerinin zamanıydı ne de olsa. Kızım da avukat oldu, evlendi, ayrıldı o iki nesli okutan öğrenci evinden. Ama saat orada masanın üzerinde duruyor hala, benim 70’li yıllardaki o çocukluk anılarımın, tüm öğrencilik hayatımın, yaşanmış güzel günlerin tanığı olarak…
Şimdi getirsem eski dostumu, yine koysam başucuma, tik taklarını dinleyip uyusam ve desem ki ona, “ey eski dost, senin işin zaman, lisanın zaman, varoluş nedenin zaman… Söylesen akrebine yelkovanına, dönseler tersine, gitsek o eski güzel günlere… Tutsam babamın elinden ve girsek o çukur dükkâna yeniden… Dostluğumuzun hatırına, hiç olmazsa rüyalarda…”