Git başımdan Sadık, bildiğin gibi değilim! Havada asılı duran ilmiğe geçirmişim boynumu, inceden inceye süzülen acısını duyuyorum. Her şeyin dışındayım.
Bir rüya gördüm, beni gün ışırken ıpıslak uyandıran. Sen ve ben bir köydeyiz. Şirin ve güzel bir köy burası Sadık. Tepeleri ormanla örtülü dağ sırtlarından avuç içine boşalırcasına akan nehirler var. Her biri bembeyaz parlaklığında kısrak başlarının koşturulduğu ovalar, derin vadiler ve bir de içinde bizim de yaşadığımızı umduğum ahşaptan yapılma, çatısı akan ve üstelik soba borusundan kestane kokulu dumanlar tüten bir ev; her şey olması gerektiği gibi, hayal ettiğimiz gibiydi. Hani üniversiteye gitmeden evvel üniversiteye gittiğimizde yapacaklarımızı hayal edişimiz vardı ya, o türdendi.
Rüyam bir yol kenarında başlıyordu. Sinekli kuyruğunu sallayarak hantal hantal yürüyen bir eşek ve eyerine oturtulmuş küçük bir çocuk vardı. Yolun kenarından sessizce gidiyorlardı. Ben, vücudumu göremesem de ben olduğuma inandığım noktadan onların gidişini izliyordum. Arkalarındaydım ve onlarla beraber yürüyordum. Sonra yanımızdan bir atlı geçti Sadık. Sırtında kocaman namlulu tüfeği olan biri ve yeleleri şahlanmış atın siyahlığı korkunçtu. İleride yüksek sesle kişnedi at ve gözden kayboldu. Önümdeki eşek ve çocuk döndüler benden yana. Düşünebiliyor musun? Çocuk ve eşek beraber dönüp baktılar; muhteşem bir şeydi.
Baba gidiyor musun? dedi çocuk. Sesi istençliydi. Ben miyim babası, bana mı sormuştu? Ellerimle yüzüme dokunmak, konuşup sesimi duymak istedim. Olmadı. Ben yoktum. Orda durmuş birinin içindeydim; onu yaşıyordum ama o değildim. Ayna koysalardı önüme, görseydim kimin nesiyim. Benim çocuğum var mıydı Sadık, ben evli miydim?
Köye vardığımızda evimize girdim. Evimiz diyorum Sadık, sanki seninle sahiplenmişiz, sözleşmişiz. Yolda yanımdan geçip giden at ahırın orada bağlı durmuş yemleniyordu. İçeride, sobanın bitişiğindeki sedire çökmüş heybeti duvara yaslanan yüz, senindi. Bana bakıyordun. Şaşırdım Sadık, dedim ulan sen misin bu? Konuş ki duyayım, nasıl böyle olabilirsin?
Yanına çöktüm, ayran içtik. Gür bıyıklarını elinin tersiyle sildin şöyle. Eski Türklerde kımız merasimi vardır ya hani, onun gibiydi. Çocukluğumuzda sen uyurken yanı başına çöküp soluklarını dinler gibi süzüyordum; bu sen olamazdın. Hayır, bana imkânsız görünen senin başkalığındı.
“İşim bitik” dedin. Şaşırdım.
“Fena işler mi yaptın?” diye sordum.
“Buldular beni. Götürecekler sonunda.”
Dur hele, dur! Kim arıyordu, kim götürecekmiş seni? Yapma Sadık bunu, korkutuyorsun.
“Yapmasaydın bunu, asmasaydın, bilmezlerdi.” dedin. Kör kütük hırslı bakışların göğsümü tırnaklamaya başlamıştı. İmkânsız bir acı şakaklarıma tırmanmaktaydı ve sen beni o bilindik solumalarınla tehdit ediyordun.
Ne dedim ben Sadık? Allah aşkına söyle de bileyim neler ettiğimi?
“Başına ne belalar sardım?” diye sorduğumda başın öne eğildi. Mağlup biri gibi değildin; şüphesiz sen mağlup olmasını bilmezdin. Asla öğretemediler sana bunu. Kaybettiğin her yarışta mutlaka umudun olurdu. “Bir sonrakinde mutlaka” derdin.
“Çamlığın başında, kimseler yokken oldu bu iş. Sen, her şeyi berbat ettin.”
Ben? Ben ne yapmış olabilirim ki?
Tüfeğin namlusundan kızıl bir cızırtı, tıpkı bir ihtiyarın kopkoyu öksürüğü gibi çınladı o an. Ya bir sinek olmalıydı bu kulaklarımda vurulup düşen, ya da dışarıdaki atın kesilen başıydı gövdesinden kopartılıp cama fırlatılan.
Sen birden bire yerinde büzüşüp başını ellerinle örtünmeye koyuldun.
“Geldiler” diye bağırmaya başladın.
Dışarıda ayak seslerini duyduğum üç gölge kapıyı araladı. Kapıdan girerlerken bile gölgeydiler, düşünebiliyor musun? Yüzlerini ve gözlerini göremiyordum. Elleri var mıydı? Onu bile bilemiyordum.
Biri üzerimden geçip sana tutundu. Kolların çelik renginde kupkuruydu. Gücün yoktu Sadık. Alışkın değildim seni öyle görmeye. Annenin karnından çıkarken de böyle çaresizdin; hatırlıyorum o küçücük çiğ dilini dünyaya uzatıp nasıl da boğulur gibi ağladığını. Kaldırdılar ve sürüklemeye başladılar. Bir şey demeden baktın öylece. Bakarken götürdüler seni.
Ardından koşup seni kurtarmak istedim. Kapıyı kapadılar ve açamadım Sadık. O bilindik tahta kapı, üzerinde beyaz tebeşirle adımın ve soyadımın yazılı olduğu kapıyı yıkıp geçemedim. Kurtaramadım seni. Bindiniz ve gittiniz ormanda bir yere doğru. Eşeğin sırtındaki çocuktu size yolu gösteren. Çocuk ve eşek beraber dönüp baktı yüzüme. Düşünebiliyor musun? İkisi birden dönüp baktılar.
“Güle güle baba!”
Rüyanın içinde düşündüğün oldu mu hiç ya da ufacık bir vicdan kıpırtısı duyduğun? Şurada bir yerde, çarpıp duran kalbinin durmaya yeltendiğini hissettiğin oldu mu? İnan bana Sadık, o an cama yaslanıp sizleri izlerken, camda yansıyan gözlerimi gördüğümde oldu bu. Öyle korkunç ve bembeyazdı. Dedim ki içimden, bu bir rüya ve uyandığımda her şeyi unutacağım. Bilirsin beni, anlatıla anlatıla kutsallaştırılan dini hikâyeleri umursamam. Cehennem azabı, cin çarpması ve daha nice damardan enjekte edilen korkular bana bulaşmaz. Din diyorum çünkü bunu birine anlatsam bana söyleyeceği şey şu olurdu: rüyalar tersine döner, gölgelerin alıp götürdüğü sensin. Camda yansıyan yüz, senin ruhunun yüzü. Hemen git bir hocaya, sana iyisinden bir muska yazsın ve üç kez boy abdesti alıp günahlarından arın. Çocukluğumun memleketinde, mahallemizdeki garip hadiseler hep böyle çözülmeye çalışılırdı Sadık, hatırla. Bir keresinde karabasan gördüğünü ve annenin seni zorla mahallenin ihtiyar şıh hazretlerine götürdüğünü unuttun mu? Adam elindeki krom tastan ılık suyu yüzüne serpe serpe hangi duaları okumuştu da, ondan sonraki her gün bismillah çekerek yatağa girer olmuştun.
Oldum olası inanmıyorum böyle şeylere. Belki okumuş cahillerden diyeceksin bana, belki münafık olacağım gözlerinde; ama ben böyleyim.
Neyse Sadık konumuzdan uzaklaşmayalım. Ne diyordum ben? Ha, evet; rüyamda cama yaslanıp gidişinizi izliyordum. Hani yüzümün yarısını alır, akıntısız berrak bir suya daldırırsın ve sonra suya attığın taş parçası dalga kırınımları yaratır, çehrende uzun ve de hareketli çizgiler oluşturur; işte yüzüm öylesine bembeyaz ve korkunçtu. Tanınmaz haldeydi. Bu ben miyim diye sormamak için zor tuttum kendimi. İnsan rüyasında başka bir ete bürünür mü hiç? İnan bana o an kılıfımdan sıyrılmış ruh gibi hissettim kendimi. Bedenimi terk etmişim ve başka bir yerde başka bir bedene girmişim sanki. Ya da sahipsiz, öylesine kalmışım.
Sonra içimde bir sıkıntıyla bahçedeki kafası kesik atın hareket edişine dalıyorum. Gövdesi çırpınıp durmaktaydı. Hayret ediyorum ki nasıl da canını arzulamakta. O at senin bindiğin küheylandı Sadık. Kesik baş, gözlerimin önünde kumlanmıştı. Bir tek gövdesi hareket ediyordu. Dönüp bakıyorum sobadaki harlanmış ateşe. Kestane kokulu dumanlar buradan tütüyor. Ateş söndü sönecek gibi. Korkuyorum.
Sonra başımdan aşağı kum yağmaya başlıyor. Bakıyorum ki çatıda kocaman bir delik. Evimizin çatısı akıyor dedim Sadık; dinlemedin. Kapatalım dedim bu yarığı, kışın çok yağmur yeriz. Kar yağarsa üşürüz, hastalanırız. Çıkalım onaralım dedim, umursamadın.
Gittikçe kumlanıyordum. Odalar kumla dolup taşıyordu. Bir anda belime tırmandığını hissetmiştim. O tırmandıkça, aşağılarda bacaklarımı zorlayan bir şey oluyordu. Daha derinlere doğru çekip duruyordu. Koşup kapıdan çıkma ümidimi kemiriyordu. İnançsız biri gibiydim. Pencereye baktığımda at kendini kurtarmaya çalışıyordu. Kafası kesik bir at gibiydim Sadık. O nasıl canını arzulamakta, ben de öyleydim. Ama içimde hep bir duygu; bu bir rüya olmalı tesellisini yaşıyordum. Kendimi aldatıyor muydum bilmiyorum. Boğazıma yükselen kum taneciklerinin birbirleriyle kavgasını işitebiliyordum artık. Kulaklarıma ve burun deliklerime sesleri geliyordu. Ütopik bir şeyden bahsetmiyorum, gerçekten oluyordu bunlar. Tırnak uçlarımda ve göğsümün içinde karıncalar yürüyordu. Dedim ya hani alttan çekiyorlar beni; artık kemiriyorlardı da. Hem çekiyor hem kemiriyorlar, böylece tüketiyorlardı beni. Çaresizdim.
Sonra Sadık, kum kirpiklerime dokunmadan son kez bakıyorum; kesik başlı atın cesedi yere yığılmış. Yılgın bir asker gibi çaresizce ölüme yatmış, göğsünde sonsuz bir hareketsizlik onu yalnız başınalığına bırakmıştı. Kestane kokulu duman hala çıkıyor muydu? Ateş söndü sönecekti, kim bilir ne olmuştu?
Bildiğin gibi değil. Her şeyin dışındayım Sadık. Beni her şeyin dışına iten şey tahta kapıdaki isimdi.
Ölmüştüm.
Ölmüştük.
Engin Sevinç / Trabzon
Bir cevap yazın