Gezginler olarak çıktığımız tüm yolculuklarımızda bilmediğimiz sırlı sebepleri bulmak değil miydi? bizi yollara düşüren. Gezerek gördüğünün gizemini görmek değil miydi? tüm yolları arşınlatan …
Yine öyle bir günün sıcak bir öğle üstüydü. Gökte süzülerek yol alan, parça parça bulutların gölgesini arar iken saatler çarçabuk geçmişti, biz fark etmeden. Sahipleri ile beraber her gün biraz daha yaş alıp, viraneye dönen, bir sürü küçük kırmızı tuğlalı ev arasından geçip, asfalt yollar ve uzun caddeler aşmıştık. Rehberimiz önde bizler onun peşinde çoban arkasındaki sürü misali, biraz bezgin, biraz umutlu, günün dünyasından kopup dünün dünyasına yol alıyorduk…
Edirnekapı’dan Ayvansaray’a doğru inen kara surlarını az geçince Eğrikapı civarında, sur içine girer girmez, geçmişten günümüze inatla direnen kalıntılara ulaşılır, bilmem bilir misiniz? Ağızlarımız açık, kafalarımız yukarıda bir saat kadar orayı gezip az biraz mola verdiğimizde, rehberimizin turda olmayan bir sürprizi ile pür dikkat kesiliverdik. Yine yola koyulduk, on – on beş dakika yürüdükten sonra bir sürü, iç içe geçmiş, yan yana, üst üste, her biri birbirinden ayrı, kiminin başlıkları, desenleri, şekilleri, üzerindeki yazıları farklı; büyük küçük sıra sıra dizilmiş mezarlar arasında bulduk kendimizi. Çoğu çok eski mezarlardı. Daha yakın tarih bunlar dediğimiz bile yüz yıla yakındı. Birçoğunun üzerinde eski yazılar vardı, anlamını anlamlaştıramadığımız.
İnsanlar sevdiklerini kaybedip, sonsuzluğa uğurlayınca daha çok ziyaret eder oluyor mezarlıkları. İşte o zaman daha bir farklı bakıyor, görüyor gözler, orada yatanları, çeşit çeşit yataklarını… Merak edip çok araştırmışızdır mezar taşlarının bize fısıldadıklarını. Biliyoruzdur elbet mezar taşlarının bir kültür olduğunu. Oysa ölülerden ve ölümden bahsetmek her zaman ürkütmüştür ruhumuzu.
Bir kadın mezar taşının, incelik ve letafetini en güzel şekilde ortaya koyan şeylerin; çiçekler, buketler, bahar dalları, gerdanlık, küpe ve broş süslü;
Genç yaşta ölen bekar kadın mezarının duvak şeklinde yapıldığını, hatta bu mezarın ayak taşına kırılmış bir gül goncası figürü işlendiğini;
Mezar taşının başlığı var ise bir erkeğe ait olduğunu; mollalar, din alimleri, devlet adamları, dervişler, paşalar için çeşit çeşit taş örnekleri olduğunu biliyoruzdur hepimiz.
Peki ya cellat mezarlarını görmüş, duymuş muydunuz? Ölüme yolculukta elçi olan cellatların durumundan ne kadar haberdarız? Adını telaffuz etmek sizde de korkunun ötesinde bir gerilim hissettirmiş midir?
Osmanlı’da 15.y.y. kullanılmaya başlanan cellatların Bostancı Ocağına bağlı bir ocakta türeyen Hırvat ve Çingenelerden seçildiğini, dilsiz olsun sır saklasın diye dillerinin kesildiğini, sağır olsun görevini ifa ederken idam ettiklerinin çığlıklarını duymasın, etkilenmesin diye kulak zarlarının delindiğini, bilmem biliyor muydunuz?
Sarayda verilen cezaların bir şerbet kadehi ile tebliğ edildiğini; Kırmızı kadehin idam, beyaz kadehin affedilmeyi ifade ediyor olduğunu duymuşluğunuz var mıydı?
Bu cezaların Topkapı Sarayı’nın bahçesinde bulunan bir çeşme önünde infaz edildiğini; infaz sonrası cellatların ellerini ve baltalarını bu çeşmede yıkadıklarını; Kesilen kellelerin bu çeşmenin sağında ve solunda kelle taşları adı verilen taşlar üzerinde teşhir edildiğini; bu sebeple bu taşlara da ibret taşları; çeşmeye de cellat çeşmesi veya siyaset çeşmesi dendiğini duymuşluğunuz var mıydı?
Yıllarca orda aynı yerde duran, içinde barındırdığı acıların diyeti ile yalnızlığa terk edilmiş, her gün önünden ne olduğunu bilmeden geçen yüzlerce ziyaretçiyi selamlamaya devam ettiğini de bilmişliğiniz var mıydı?
Adam asmak, boğmak, kelle kesmek bir cezalandırma şekli ise cezayı veren mi, cezanın infazını gerçekleştiren mi yoksa infaz edilen mi? kimdi gerçek suçlu hiç düşündünüz mü? Aklınız da deli deli sorular dolaşıyor mu? sizin de…
Hangi zamanda olursa olsun cellatlar korkulan hatta kimilerince lanetlenen kişiler olmamışlar mıdır?
Sadece yaşarken mi? Ne acıdır ki sadece yaşarken değil.
Öldükten sonrada, can alan bu kişiler , birçok insani duygu ve özelliklerden yoksun, acıma, merhamet, sevgi hisleri bulunmayan oldukları düşünüyle toplum tarafından kendi mezarlıklarına alınmamış, aralarına gömülmeleri istenmemiş, mezarlarının ayrı tutulmuş olduğunu duymuş muydunuz?
Sur içinden çok uzaklarda, kuş uçmaz, kervan geçmez, kimsenin uğramadığı doğru dürüst yolu olmayan, yabani ağaçlar içinde, ürkütücü bir yerde; kocaman İstanbul’un sadece ve sadece Ayvansaray civarında ki Eğrikapı ile Eyüp’de Pierre Loti Müze-Kafesinin oradaki Karyağdı bayırında, Karyağdı Baba tekkesinin biraz ilerisinde ebedi istirahatlerine çekilmelerine izin verildiğini daha önceden biliyor muydunuz?
Ya mezar taşlarını…
Uzun selvi ağaçlarının gölgelerinin oynaşında, ürperten rüzgarlara inat, gökyüzüne el uzatan koca bir dev gibi, bir köşe başını mesken tutan kırk elli santime varan genişliğiyle, altında yatanın tüm karanlığını içine emmiş dikdörtgen sütun kapı gibi olduklarını,
Üzerinde isim, doğum ve ölüm tarihleri gibi hiçbir yazı ve işaret bulunmayan bu mezarların kimliksiz sade ve yalnız, hiçlik taşıyan varlığını biliyor muydunuz?
Birçok insanın gördüklerinde, bu taşların bu mezarlıkta ne aradığını, buraya niye dikildiklerini bilmediği, normal mezar taşları ile yan yana oluşunu ve bunun anlaşılır bir durum olmadığını düşündüğünü de düşünebiliyor musunuz?
Hal böyle iken, bunun arka planda; öldürülen kişinin geride kalan yakınlarının, onları mezar taşlarından bulup, mezarlarını tahrip etme, eş ve çocuklarına kötülük etme veya başkaca bir hatalı tutum ve davranış içinde olmalarının önüne geçme için alınan olası bir koruma yöntemi olduğunu;
Hatta celladın kendi ailesinin bile mezar yerini bilmediklerini, bilmeleri halinde ziyaretleri ile yine aynı şekilde celladın teşhir edilip kimliğinin açığa çıkmasının bu şekilde önüne geçildiğini düşünebiliyor musunuz?
Böylece en azından cellat baba seçmeme şansı olmayan günahsız çocukların kimler oldukları, varsa annesi, babası akrabaları bilinmeyerek cellat yakınları, diye dışlanmayacakları bir sürecin naif bir şekilde düşünüldüğünü hissedebiliyor musunuz?
Ne acı değil mi? Sağır ve dilsiz bir ömrü katil olarak tamamlayıp sonsuzluğa giden yolculukta isimsiz bir mezar taşının altında derin uykuya dalmak. Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinde söylediği gibi;
“Billah hiçbirinin çehresinde nur kalmamış zehir gibi ademlerdir,” diye bahsettiği Meydan-ı Siyaset Ustalarının döktükleri her kan kendilerinden can çekilmesi olmuş olmasın ne dersiniz?
Çeşmealtı
17.10.2019
Bir cevap yazın