Bu garip insanlar hep mi beni buluyor yoksa ben mi bu garip insanları fark ediyorum bilmiyorum. Ama işte ben hep bir şekilde oldukça sıradaşı bu insanlarla tanışmayı başarabiliyorum. Ya da bir uğursuzluk, bir lanet var üzerimde buna daha çok inanabilirim, olayların hep benim başıma gelmesini de başka türlü açıklayamıyorum. Tıpkı birazdan size anlatacağım bu garip hikâye gibi. Neyse uzatmadan hemen anlatmaya başlayayım.
Yaşanması çok mümkün görülen bu hikâyeyi anlatmadan önce kendimden azıcık bahsedeyim ki sevgili okuyucum bu ilginç hikâyelerin neden hep benim başıma geldiğini bir nebze anlayabilsin. Öncelikle ben otuz yaşında genç bir insanım. Okumaya oldukça meraklı biriyim. Ve okumaktan, bilgiye ulaşabilmenin o muhteşem parlaklığında kaybolanlardanım. Yani gözleri kör eden o büyülü ışığın etrafında pervasızca uçuşan bir kelebek gibi, öğrenmeye doymak bilmeyenlerdenim. Bunu söylerken de büyük bir keyifle gülümsüyorum. İşte yine bu yaşımda durup dururken içimde ki okuma aşkı alevlenince yine gidip bir fakülteye kayıt oldum efendim. Edebiyat fakültesine. Vizeler, finaller derken kendimi derslerin yoğunluğunda buldum.
Neyse efenim o gün her şey çok sıradandı aslında. Ve sıradan bir sınavım vardı. Ben yine okula sınavdan bir saat önce kadar gittim. Sınava da daha epey vakit var diyerek kantinde sıcak çayımı ve tostumu sipariş edip, hemen ders notlarımı çıkardım ve ders çalışmaya başladım. Az sonra yanımda ki masaya oturup hikâyesini yazacağım teyzeden habersiz bir şekilde.
Bir on beş dakika geçti geçmedi, hemen yanımda ki masaya birden bire böyle hareli güreli bir bayan ve oğlu geldi oturdu. Aslında ilk başta dikkatimi bile çekmemişlerdi. Ben çalışmaya devam ediyordum. Fakat kadın öyle çok konuşuyordu ki garip bir şiveyle, bir süre sonra kayıtsız kalamadım. Ders notlarımı okumayı bırakıp ister istemez kadını dinlemeye başladım. Ne söylediğini ilk başta anlamakta zorlandım. Acayip sesler çıkarıyor gibiydi. Bana kalırsa aslında konuşmayı da beceremiyordu. Garip bir şekilde beni oldukça rahatsız edici ha bire sesler çıkarıp duruyordu. Sonra dikkatlice dinleyince aslında söylediği, konuştuğu tarz aslında hiç de yabancısı olmadığım Anadolu insanın şivesiydi. Sadece hızlı, çok hızlı konuşuyordu. Neyse dedim, boş ver duyma kızım sen ders çalış dedim, kendi kendime. Ama duymamak ne mümkün efendim. Ben duymamaya, onu dinlememeye çalışırken yanında getirdiği bim poşetinden koca bir termos ve daha önce evde yaptığını düşündüğüm çöreğini çıkarıp kantinde ki masanın üstüne serdi. Ve bir başka poşetten de azıcık peynir, azıcık zeytin ve yanında iki de plastik bardak çıkarıp çok büyük bir rahatlıkla çayı doldurdu. Onun deyimiyle” çayı döküverdi bardağa.” Artık benim için bu teyzenin sohbeti kaçınılmaz derece de eğlenceli olmaya başlamıştı. Tamamen onları ilk başta izlemek yerine notlarıma baktım. Daha önce hiç dikkatli bakmadığım yüzlerine, biraz sonra ona çizdiğim kılık kıyafet, çehresini, saçını ve her şeyi hayal etmeye başladım. Sonrasında da kafamı kaldırıp bu sesin sahibini, hayalimde çizdiğim ve tahminimde doğru çıkıp çıkmadığımı düşünerek kendimin kendimle oynadığı en iyi oyunlardan birini oynamaya karar verdim. Teyze yine konuşuyordu. Öyle ki konuşmalarından anladığım kadarıyla oğlu çekiniyordu ve garip bir şekilde çocuğunun sesini duymuyordum bile, annesi ne kadar yüksek sesle konuşuyorsa o da o kadar kısık sesle konuşuyordu. Oğluna sık sık “utanma oğlum ye “; “herkes kendini düşünür oğlum”; “ utanma oğlum arkadaşlarından utanma ye, sınava gircen az sonra, aç mı gircen” diyordu. Tam o sırada kafamı kaldırıp hemen yanı başımda oturan bu iki insana dikkatlice baktım. Oğul utana sıkıla oturuyordu kantindeki sandalyede. Omuzları içeriye doğru çökük, alnı açık, burnu uzun, esmer karasın kara, oldukça yiğit görünmesine rağmen; sindirilmiş korkutulmuş gibi biraz, biraz da anasının kanatları altına saklanmış yavru bir kartal gibiydi. Annesi izin verse onu biraz rahat bıraksa, sanki o da daha mutlu olacak gibiydi. Annesine baktım. Onun üzerinde ise kahverengi bir pardösü, kırmızı bir eşarp vardı. Yüzü yuvarlak, çenesi kalın, burnu yine uzun, esmer görümlü, bıyıkları çıkmış, oldukça şişman küçücük bir kadındı.
Derken efenim kahvaltı süreleri bitti. Biraz teyze bilmem ne Osman Amcanın oğlundan, biraz da bacısı Zeynep’in gelininden dert yandı. “O ne soysuz bir gelin öyle” diye diye. “ Zaten onun ailesi de köyde ki en soysuz, geçinilmesi en zor Portagil değil miydi?” “Bildin mi oğlum hani onların bir komşusu vardı da sen onunla oynardın ya; küçükken hani arkadaşındı ya bildin mi oğul “diye diye tüm hikâyelerini anlatmıştı.
O sırada oğlunun telefonuna mesaj geldi. Oğul telefonu eline alıp okudu mesajı. Birden yüzüne yayılan bir gülümseme oluştu, acaba dedim bu oğlanın sevgilisi var mıdır? Yüzünü gülümsetebildiğine göre olsa olsa bir kızın attığı mesajdır bu diye düşündüğüm an da teyze anında: oğluna “çay döküm içer misin” diye sordu çayını büyük bir keyifle yudumlarken. Çayını hemencecik yudumlayan teyze sıradan bir okul kantinin de değildi sanki evinde dizi izler gibi bir havadaydı, öyle rahattı, öylesine yayılmıştı. Teyze sorduğu sorunun cevabını beklemeden anında ikinci soruyu yöneltti oğluna: “kim mesaj attı sana.” Oğul, öyle kısık sesle konuşuyordu ki cevabını duyamadım bile. Ve öyle ürkek bakıyordu ki hepimize, belli ki utanıyordu. Annesine müdahale edemiyor, olanlardan dolayı kendini suçluyor, sanki bir şey söylese annesinin vereceği tepkilerin büyüklüğünden ya da kantindekilere rezil olacağı düşüncesinden korkuyordu. Hala anasının eteğinde arabalarıyla oynayan küçük bir oğlan çocuğu gibi davranıyordu oğul. Oysa koskoca bir üniversitenin edebiyat fakültesine kayıtlıydı bu oğlan. Ve yirmili yaşlarında var ya da yoktu. Teyze de sanki o biricik oğlunu parka oyun oynamaya getirmişti. Davranışlarıyla kısa bir sürede hepimize bunu hissettirmişti. Bana sorarsanız oğul savaşta tüm askerlerinin öldüğünü gören çaresiz kalmış bir komutan gibi ne yapacağını bilmiyordu. Hüzünlüydü. Çaresizdi. Ve sessizliği bu yüzdendi.
Oğlu tuvalete gittiğinde ise masada yalnız kalan teyze durur mu bu kez az ötemde oturan arkadaşa sordu saat kaç? Gelince de hemen oğluna :” oğlum saat dokuzmuş sınavına az kaldı. ” Oğlu nerden öğrendin demiş olmalı ki : ” şu arkadaşın dedi.” dedi. Sonra beni işaret ettiğini düşünüyorum. “Şu arkadaşın gibi azıcık ders çalışsaydın ya oğlum.”
Teyze saf mıydı, cahil miydi yoksa oğlunu bu kadar kendine bağımlı yetiştiren tipik bir kadın mıydı? Tuhaf olan yanı oğlunu bir ilkokul öğrencisi gibi elinden tutup üniversite de ki sınavlarına getiren bir kadın vardı karşımda. Çocuğun yaşadığı bu durumun psikoloji de muhakkak bir açıklaması vardır muhtemelen. Oidipus kompleksini düşündüm tam olarak böyle bir şey miydi acaba? İçimden çocuğa acıdım. Ve dahası birden bu çocukla ilgili yıllarca ileriye gidip bir hayal kurdum. Sevdiği bir kız varsa bile maalesef o kızdan ayrılmak zorunda kalıp, annesinin istediği, beğendiği bir kızla evlenip, sıradan herkes gibi bir hayat sürecekti. Yaşamın aksaklığını da hiçbir zaman fark etmeden ölüp gidecekti. İşte yusyuvarlak yüzlü, tombalak bir kadının yarattığı bir eserdi bu gencecik adam. Gerçekten kendine bağımlı bir oğul yetiştiren ve bununla da gurur duyan bir anaydı bence o. Etrafımıza baktığımız zaman da toplumun büyük çoğunluğunun işte hep böyle anaların yetiştirdiği çocuklarla dolu olduğunu gördüm. Ve şu düşünceden de bir kez daha emin oldum. Bir çocuğu kesinlikle anne yetiştiriyordu. Ben ilerde kesinlikle böyle kendine bağımlı bir çocuk yetiştiren ve bununla da gurur duyan bir anne olmayacaktım.
Neyse efenim o çenesi bitmez tükenmez, bitmeyen enerjisini, sülalesini, sık sık “çay döküm mü” cümlesini, vs. birçoğunu dinlemiştim. Oğlunun üzerinde bilerek ya da bilmeden kurduğu baskıya da istemeden tanık olmuştum. Benden sonra ne oldu bilmiyorum. Ben masadan kalkerken diğer masadakilere sesleniyordu teyze en son “çay döküm içer misiniz ”?
13 Aralık 2015 Ankara