O gün yağan yağmura, şiddetini uzaktan belli ettirip eşlik eden rüzgâr, ağacın ıslanmış gövdesini sıyırıp, soğuktan boynu bükülmüş dalların üzerindeki sararmış yaprakları en güçsüzünden başlayarak yere düşürüyordu.
Hayalperest, kulakları kızartıp, gözleri yaşartan bu soğuk günde ilk defa erken kalkmıştı. Güzel giysilerini giyinip mutfağa ilerledi, çayı demledi, ekmekleri doğradı, domatesleri dilimledi, dolmuş çöp kutusunu götürüp dışarıya boşalttı. Yüzü hayatta her şeyini kaybetmiş birinin yüzünü andırıyordu, durgundu ve belki yine o amansız hayallerine dalmıştı, gerçekleşmesi imkânsız hayallerine…
Korku ise yeni yeni uyanmaya başladı. Uzandığı yataktan doğruldu, gözlerini ovdu, elini yüzünü yıkadıktan sonra hayalpereste yardım etmeye koyuldu. Çile’nin rüzgâra meydan okuyarak odunlara vurduğu balta sesi ise ikisinin de kulaklarını çınlatıyordu. Kısa bir süre sonra kırdığı odunları eve taşıdı, şömineyi yakıp odunları tek tek içine attı.. Odayı ısıtmaya başlayan ateş; soğuk ve solgun yüzün gülümsemesine, donmuş ellerin canlanmasına ve morarmış dudakların kırmızıya dönüşmesine olanak sağlıyordu.
Sofra kuruldu. Korku, hastalanma korkusuyla titremeye başladı. Koşup çilenin oda kapısının ardında asılı duran yırtık yeleğini giydi. Hazırladıkları yemeği yediler, ardından çay içmeye koyuldular. Çile piposunu yaktı. Dışarıya verdiği dumandan garip anlamlar barınıyordu. Korku, göz yuvarlağını yukarı kaldırdı, ‘’Dostlar’’ dedi. ‘’Biz bir yıl önce tanışmamıza rağmen birbirimizi derinden tanımıyoruz daha doğrusu tanışmaya pek zamanımız olmadı lakin şu an iyice tanışmamızın tam vaktidir.’’ Hayalperest gülerek başını salladı, çayından bir yudum aldı, ‘’O vakit sen başla’’ dedi. Korku başını kaşıdı, üstüne giydiği yeleğin zincirini çekti. Yüz hatlarını keskinleştirdi. ‘’Ben bir fabrikatör babanın oğluyum’’ dedi, ‘’Hayatımın her saniyesini doyasıya yaşayarak, gezerek, eğlenerek harcadım. Yüzerek, güzel giysiler giyinip güzel parfümler sürünerek, güzel kızlarla vakit geçirerek.. Paradan yana hiç sıkıntı çekmedim. Çocukluğumu, gençliğimi güzelce yaşadım, bir emperyalistim. Mutlu, huzurlu olmama karşın beni içine alan, benliğimi ele geçiren ve beni kendimden soğutup umutsuzluğa iten bir durum ile karşı karşıyayım, bu durum korkudur. Nedendir bilmem, hep korkarak yaşadım ve yaşamaya devam ediyorum. Kısacası kendimi bildim bileli, güçlülerin hüküm sürdüğü şu orantısız dünyaya bir korkaklık gözü ile bakıyorum Kendimden korkuyorum, hastalanmaktan, kavga etmekten, kaybetmekten, ölmekten korkuyorum. Bu korku büsbütün benliğimi sarmış ve beni sonsuza dek bırakmayacağına and içmiş sanki… Fakat ben artık bunu kendime dert görmüyorum zira paranın her kapıyı açacağını, her sıkıntıyı çözeceğini, bir insanı hatta toplumu yüceltecek büyük bir güce sahip olduğunu biliyorum ve eminim ki her sorunu çözen, her olumsuzluğu yok eden maddi güç, benim korkumu da yok edecek, korkumun üzerine büyük, yıkılmaz bir saltanat kuracak ve beni bu durumdan kurtaracaktır.’’
Sözlerinden sonra dudaklarını büktü, soğumuş çayını döküp yerine yenisini doldurdu. Hayalperest ise oturmuş olduğu sandalyede gerindi, konuşma sırasının kendisinde olduğunu biliyordu. Şömineye yanaşıp ellerine ateşe uzattı, sahte bir hava takındı. ‘’Ben ise zengin bir tüccarın oğluyum’’ dedi. ‘’Aslında ben de korkunun yaşadığı hayata benzer şeyler yaşadım. Parayı seviyorum ve dünyayı değiştirmenin tek yolunun bundan geçeceğini düşünüyorum, bir faşistim. Tıpkı korku gibi benimde olumsuz bir yanım var, hayal kurmanın dünyayı değiştirmek kadar büyük bir işlev olduğunu bilirim lakin ben aşırıya kaçan bir hayalperestim. Adım attığım bir yolun, konuştuğum bir kelimenin üzerine bin hayal kurarım, fakat gelgelelim ki, önce kalbimde başlayan ve kanın vücutta dolaştığı gibi her tarafa seyahat eden, oradan da beyne sıçrayıp tasarlanan hayallerim hiçbir zaman gerçekleşme aşamasına ulaşamadı. Mesela maddi gücü yüksek olanın, fakir olana olan üstünlüğünü ve bu durumun tüm dünyaya yayılacağını tahayyül ediyorum. Haklı olarak yapıyorum bunu ve tüm benliğim, inancımla bu doğruluğu ruhumun derinliklerinde hissediyorum. Çünkü maddi yönden zengin olan bir kişi diğer eziklere göre önde olmalı, bilhassa bunlar gerektiğinde kendinden küçük olanları bir böcek gibi ezebilmeli. O yüzden eşitliğe inancım yoktur.’’
Korku başını, yüzüne yansıyan tebessümüyle salladı. ‘’Yani özgürlüğün hâkimiyeti yerine zulmün hâkimiyetinden bahsediyorsun’’ dedi. Hayalperest başını yana sarktı, çok sıkmaktan terlemiş avucunu açtı. ‘’Evet, öyle de denilebilir’’ dedi ve sözlerini sürdürdü. ‘’Çünkü güçlüler ve zayıflar hiçbir zaman bir olamazlar, güçlüler her zaman ön plandadır ve zayıflar karşısında bir önder siması içerisindedirler, keyiflerince her istediklerini yapmakta da haklıdırlar. İster ahlaksızlık ister yolsuzluk ister hırsızlık. Çünkü güçlüler, güçlü…’’
Çile öfkeyi bakışlarında biriktiriyor; konuşanın, sahte ruhunda doymak bilmeyen bir canavar ihtirası taşıdığına ve daha nice zelzeleli düşüncelerini buruşuk, kara kalbinde barındırdığına anlam verememenin kızgınlığını yaşıyordu.
Hayalperest, gülümseyerek konuşmasını sürdürdü. ‘’Bu kulübede yaşayabilmek için bir sene öncesinde üçümüz de ayrı işlere girip çalışmıştık lakin gerçeği söylemek gerekirse ben hiç çalışmadım. Size getirdiğim o paraları çalmıştım. Basit yoldan kazanmak varken kendimi yormam aptalca olurdu. İşte burada da zekâ gücümü kullanıyor ve zayıf karşısında açıkgözlülük ile hak etmediğim şeyi rahat bir şekilde kazanıyorum.’’ Korku birden kahkaha attı. ‘’Sanırım doğruyu konuşma vakti geldi’’ dedi. ‘’ Açıkçası ben o paraları çalmadım, fakat elde etmek için zerre alışmadım, kendimi yormadım, yan gelip yattım, mekândan birilerini görünce sahte hareket davranışlarında bulundum. Alın teri dökmeden, yorulmadan ve hak etmeden aldım bu parayı, çalışmamaya da hiç pişman değilim çünkü marangozcuda çalıştığım vakit tozdan ellerim nasırlanacak, hastalık kapacak, toz sonradan kalbime inecek ve bu ileri zamanlarda bende büyük sorunlara sebebiyet verecek, bunu biliyorum. Oradaki çalışan diğer insanları gözetledim, öyle bir çalışıyorlar ki ve kendilerini öyle bir yaptıkları işe vermişlerdi ki hallerine bizzat ben üzüldüm. Onlar için dünya, sonsuz bir boşluktan ibaret olsa gerek.’’
Çile bütün bu konuşanlara çok kızmıştı. Kızgınlığını şimdiden sessizliğe bırakıp sonrasında geleceğe taşıma kararı aldı, öncelikle kendisini tanıtmalıydı. Oturduğu sandalyeden ayağa kalktı, yüzünü iyice ovduktan sonra tekrar oturdu. Piposunu yere fırlattı.’’ Ben; hayatını doğruluğa, dürüstlüğe, insanlığa adayan, ailesi için hiç durmadan çalışıp didinen, yüreğinde zerre korku biriktirmeyen ve hayallerden tamamen uzak mert, delikanlı, yürekli ve rasyonel bir köylü babanın oğluyum. Fakat küçük yaşta hem babamı hem annemi kaybettim. Köyde başkalarına ırgatlık yaptım. Kızgın güneşin altında, kızgın kumların üstünde çapa salladım, buğday biçtim, yonca silkeleyip, bağ bahçe suladım. Dana güttüm, arıcılıkla uğraşım. Hiçbir zaman sahiden mutlu olamadım ve hiçbir zaman iyiliği, güzelliği, rahatlığı ve huzuru tadamadım.’’ Yosunlu gözlerini yere dikti, ardından gururla kaldırdı ve sözlerini sürdürdü: ‘’Elime birkaç kuruş geçsin diye çoğu günler uyumadan çalıştım, çok ezildim, çok büzüldüm. Bir insanın çekebileceği tüm acıları çektim, tüm sıkıntıları yüreğimde hissettim, bir sosyalistim. Mertliğe ve yürekliliğe inanırım, fakat ne kadar ezilmiş, büzülmüş olsam da hiçbir zaman umut kesmedim çünkü günün birinde bu eşitsizliğin ve adaletsizliğin yok olacağını, söneceğini biliyorum.’’
Korku, zayıf benliğinde taşıdığı ve iliklerine kadar hissettiği bir korkuyla, hayalperest ise gerçekleşmesi mümkün olmayan, içinden çıkılmaz, bulanık hayalleriyle zavallı bir şeytan imajı içinde izledi. Çile bulunduğu yerden üst kata çıktı, karyolaya uzandı, kendi kendine mırıldandı. ‘’Bizim ülkemiz güzeldir; insanları, içindeki bütün canlıları. Hepsi ayrı bir güzelliğe sahip, yürekli temiz, apak ve cesurlu. Lakin güzel yaşama dikili bir direk gibi duran ve bu güzelliklere karşı öfke kusan bilinçsiz hareketler, sahte hayaller ve tatlı bir şekilde nifak sokulmalar, daha nice yosunlu paytaklıklar her şeyi kötüye sürükleyebilir, masum dünyamızı zavallılık ile çerçeveleyip cehenneme çevirebilir ve bizi kardeşliğimizden, dostluğumuzdan, birliğimizden edebilir. Eğer biz kendimize, halkımıza güveniyor, saflığına iyi yürekliliğine inanıyorsak kötülükler anında yok olur ve bunda süreklilik sağlanır. Aksi takdirde böyle devam edilirse; eşitsizlik ve adaletsizlik kara bir bulut gibi orada burada aralıksız dolaşırsa ve her şey bir bilinememezliğin içinde kanat çırpmaya devam ederse iyiliklerimiz ve güzelliklerimiz kaybolur, gökyüzü siyaha bürünür, yeryüzü çığlığa. Benden öyküsü…
Bir cevap yazın