Tüm gün temizlik yapmıştım. Günün yorgunluğu üzerime çökmüştü. Son olarak yıkadığım perdeleri de takacak bir yorgunluk kahvesi yapacaktım kendime. Lapa lapa kar yağıyordu. İnci mecralara benziyor izledikçe inceden inceden mazi doluyordu yüreğime. Zaman gözyaşlarımda kayboluyor ne zaman karı izlesem geçmişte yaşadığım günlerin hüznüne dalıveriyordum. Oğlumu bir kış ayında kaybetmiş eşimle kış mevsiminde boşanmıştım. Ama yine de yağan karın güzelliğine dayanamaz sık sık pencereden karı izlerdim. Perdeleri takmak için merdivene çıktım bir taraftan perdeyi takarken bir taraftan da gözüm yağan kara ilişiyordu. Bir an evvel işimi bitirip dışarıyı izleyerek kahvemi yudumlayacaktım.
Oturduğum ev ana cadde üzerindeydi. Caddenin hemen karşısında tarihi bir cami vardı. Evim hemen caminin şadırvanına bakıyordu. Akşam ezanı okunmak üzereydi. İşimi bitirdim ve çar çabuk kahvemi yapıp pencerenin önündeki berjere oturdum. Perdeyi sonuna kadar araladım ve yağan karı izlemeye başladım.
Ezan okunuyor insanlar camiye giriyordu. Bir taraftan da soğuk demeden, yağan kara aldırmadan şadırvanda abdest alan insanları gördükçe duygulanıyor ve gurur duyuyordum. Caminin hemen giriş merdiveninde oturan bir çocuk gözüme ilişti. Herhalde dedesi veya babasıyla namaz kılmaya gelmiş diye düşündüm. Ne güzel bir duyguydu bunu görmek. Evlatları küçük yaşta namaza alıştırmak. Bir süre pencerenin önünde huşu ile seyre daldım. Bir ara kapı çaldı ve pencerenin önünden ayrıldım. Gelen kişi karşı komşum Sabiha hanımdı. Sabiha’ya da bir kahve yaptım ve biraz sohbet ettik. Sabiha mutfak sohbetlerini çok severdi. Yarım saat kadar mutfakta oturduk. Sabiha’yı yolcu ettikten sonra açık olan perdeleri çekmek için pencereye yöneldim. İnsanlar akşam namazını kılmışlar ve çoktan evlerine, işlerine geri dönmüşlerdi. Orada kimsecikler kalmamıştı. Son anda gözüme bir şey ilişti. Şadırvanın çatısının altında bir çocuk vardı. Biraz dikkatlice bakınca o çocuğun namaz kılmaya gelen çocuk olduğunu fark ettim. Ama yanında ne dedesi nede babası vardı. Bir süre penceremin önünde çocuğa doğru baktım.
Çocuk soğuktan büzüşmüş bir halde ellerini ovuşturuyordu. O an anladım ki ya kimsesiz bir çocuktu yada evden kaçmıştı. Beş on dakika kadar belki de birini bekliyordur diye düşünerek pencere önünde dikildim. Kimsenin gelip gittiği yoktu. Kendime kızdım o an “Yahu kadın ne diye bekledin” dedim. Hemen apar topar aşağıya indim. Çocuğun yanına vardığımda çocuk bir an ürktü ve birkaç adım geriye doğru kaçtı. Neler olduğunu anlamaya çalışıyordum. Bu çocuk kimsesiz bir çocuk olsa namaz kılmaya gelen insanların bunu fark etmiş ve yardım etmiş olması gerekirdi diye düşündüm. Fakat beklide onlar da benim gibi kimsesiz olduğunu fark etmemişlerdi. Birisinin yanında namaza geldiğini düşünmüşlerdi. Kafam allak bullak olmuştu.
Hey çocuk senin adın nedir? Dedim.
Hamza
Ne yapıyorsun bu soğukta dışarıda?
Oyun oynuyorum.
Hiç oyun oynar gibi bir halin yok. Dakikalardır camdan seni izliyorum. Dedim
Minik Hamza daha çok ürktü ve kaçmaya kalkıştı. Bileğinden sıkıca kavradım.
Korkma çocuk. Annen baban nerede?
Annem babam yok.
Neredeler? Kayıp mı oldun hadi gel seni evine götüreyim.
Benim evim yok.
Duygulanmıştım. Çocuğun üstüne de fazla gitmek istemiyordum.
Peki Hamza öyle olsun. Burada ne yapıyorsun bana doğruyu söyle. Dedim.
Amcamdan kaçıyorum. Amcam beni dövüyor.
Ne zamandır sokaktasın Hamza?
Üç dört gün oldu.
Peki üç dört gündür nerede kalıyorsun?
Sokakta.
Nasıl olurda bu kara kışın ortasında bu çocuk hayatta kalırdı. Gözlerime inanamıyor ne yapacağımı şaşırmıştım.
Haydi gel Hamza seni evime götüreyim.
Gelmem.
Hamza gel bir çorba yaptım görmen lazım sımsıcak mis gibi tarhana çorbası. İçince yine istediğin yere gidersin. Dedim.
Hamza mahcup bir şekilde kafasını önüne eğdi. Elimi uzattım. Elimi tuttu. Buz kesmişti eli. Ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Eve geldik ve ona hemencecik çorba ısıttım ve ikram ettim. Minik Hamza çorbayı çarçabuk içiverdi. Bir kase daha ister misin diye bile sormadan tabağı uzattı ve biraz daha çorba koydum. Çocuğun çok fazla üzerine gidipte olayları çözmek istemiyordum. Sadece çocuğu bir daha dışarıya gönderemezdim onu evde tutmanın bir yolunu bulmam gerekiyordu. Oğlum öleli yedi sene oluyordu. Öldüğünde sekiz yaşındaydı oğlum. Hadi gel sana oğlumun oyuncaklarından vereyim biraz oyna dedim. Hamza’nın yüzü gülümsemiş ve hemen kafasını sallamıştı. Oğlumun odasını aylardır açmamıştım. Her açtığımda hüzünleniyor ve o anı hatırlıyordum.
Oğlum sekiz yaşına girecekti. Doğum günü için bir sürü hazırlık yapmıştım ve ona beğendiği ayakkabıları almıştım. Okuldan gelecek ve ona hazırladığım sürprizle karşılaşacaktı. Okul çıkışı caddeden karşıya geçerken bir araba ona hızlıca çarpıp kaçmıştı. Ne ayakkabısını görebilmişti nede ona hazırladığım sürprizi. Ömrünün ilkbaharında trafik canavarının kurbanı olmuştu. Sonrasında eşimle de yaklaşık bir buçuk sene sonra boşanmış yapayalnız kalmıştım. Yıllarca bunalım dolu günler geçirmiş ve bu durumdan kurtulmam bir hayli uzun sürmüştü. Hamza sekiz dokuz yaşlarında kara yağız bir çocuktu. Biraz oyuncaklarla oynadıktan sonra oturduğu yerde uyuyakalmıştı. Sanırım sıcaktan mayışmış olmalıydı. Sevinçle onu oğlumun yatağına yatırdım. Bende sabaha kadar yanında bekledim. Uyanır da benden habersiz giderse çok üzülürdüm. Sabaha karşı Hamza kabuslarla uyandı. Ateşi vardı. Küçücük bedeni soğuktan halsiz düşmüştü. Onu acile götürdüğümde sadece adını biliyordum. Bu durum karşısında doktor karakola haber vermemiz gerektiğini ve çocuğun ailesini bulmamız gerektiğini söyledi. Evet, Hamza ailesinin yanına gitmeliydi bende aynı fikirdeydim ama ne annesi vardı ne de babası. Hakkında bildiğim tek şey onu döven amcasıydı. Polisler bilgileri aldıktan sonra araştırmaya koyulmuşlar bu süre zarfında da Hamza’yı çocuk esirgeme kurumunda misafir edeceklerini söylemişlerdi. Fakat içim rahat etmemiş zor bela polislerden izin almış ve Hamza’yı evime götürmüştüm. Eve geldiğimizde Hamza ile konuşmuş evlerinin yerini söylemesi konusunda ısrarcı olmuştum. Hamza polislere söylemediği adresi bana söylemiş ama bir şartının olduğunu asla oraya geri gitmek istemediğini söylemişti.
Küçücük çocuğa şiddet uygulayan bu adamı bir an evvel adalete teslim etmek istiyordum. Hamza’yı komşum Sabiha ya emanet ettikten sonra soluğu karakolda aldım ve polislerle birlikte Hamza’nın verdiği adrese gittik. Ev kapı duvardı. Kimsecikler yoktu. Kötü köhne bir gecekonduydu. Komşularından bilgi almaya çalıştık fakat söylenenler hiç de hoşumuza gitmemişti. Amcası zaten pisliğin tekiymiş ve bir gün evvel bir cinayet işlemiş kayıplara karışmıştı. Durum daha da vahim bir hal almaya başlamıştı. Polisler çocuğun bende kalamayacağını buna devletin karar verebileceğini söylemişlerdi. Oysa o minik Hamza iki günde evime güneş gibi doğmuş kararan umutlarımla dolu evimi yuva yapmıştı. Kaybettiğim heyecanlarımı geri kazandırmıştı. Oğlumun yerine koyuvermiştim bir anda onu. Oğlumun kıyafetleri ona ne de çok yakışmıştı. Zor bela da olsa polisler beni ikna etmiş. Prosedür gereği çocuğun devlete teslim edilmesi gerektiğini, dilersem başvuru yaparak onu evlat edinebileceğimi söylemişlerdi. Ama bu durumu Hamza ile konuşmam gerekirdi. Polislerden bir gece müsaade istedim ve eve geldik. Güzel bir yemekten sonra Hamza’yı karşıma alıp konuştum. Hamza dokuz yaşına girmek üzereydi ve beni rahatlıkla anlayabilecek yaştaydı. Üstelik artık kimsesi de yoktu. Günlerce kendisini fark eden insanlardan saklanarak kaçmayı başaran Hamza bana yakalandığında bu bir tesadüf olamaz Rabbimin bir armağanı diye düşünmüştüm. Hem Hamza’da beni çok sevdiğini ve benimle kalmak istediğini söyleyince dünyalar benim olmuştu.
Hamza akıllı bir çocuktu. Annesi ve babası Van depreminde vefat etmiş bulundukları yerden sadece Hamza kurtulmuştu. Devlet onu amcasına teslim etmiş ama bir yıldır Hamza’nın emdiği süt burnundan gelmişti. Amcasının işkence izleri hala üzerinde duruyordu. Moraran kolları ve bacaklarını gördüğümde yüreğim parçalanmıştı. Ertesi sabah Hamza’yı polislere teslim edip kaldığı yurdun yerini ve tüm bilgileri polisler yardımıyla öğrenmiş ve yasal yollardan onu evlat edinmek için başvuruda bulunmuştum. Kısa bir süre sonra başvurum onaylanmış ve artık Hamza ile birlikte yaşamaya ana oğul olmaya başlamıştık.
Hamza ile olan hikâyemiz üzücü bir şekilde başlasa da yıllar sonra onun büyüdüğünü ve aydın görüşlü bir tarih öğretmeni olduğunu görmek bana dünyanın en güzel hediyesi olmuştu. Hamza ne çocukluğunda ne de delikanlılık dönemlerinde beni hiç üzmemiş aksine bir derviş edasıyla her zaman benim eksiklerimi tamamlamıştı. Hayatı küçücük yaşında öğrenen bu çocuk hiçbir zaman bana anne demese de biz onunla ana oğul gibi olduk. Bir gün bana neden anne demediğini sorduğumda gözleri dolmuş ve benim anam var sen benim Nurdan annemsin demişti. Ve o günden sonra bana hep Nurdan anne diye seslenmişti.
Bir cevap yazın