Derin yürek yaraları şeklinde ortak noktalarımız var, eksikliklerimiz var. Sonu gelmeyen bir
savaşı sürdüren büyük bir aileyiz. Bu savaştan kaçmak için o da uykuya sığınmayı tercih
etmişti. Unutmak iyi geliyordu, uykuda olanlar o âlemin içinden uzaklaştığı anda hiç
olmamışçasına unutuluyordu ne de olsa… Öyle miydi gerçekte? Yoksa o da şehir hayatının
karmaşasında çoğu insanın yaptığı gibi bir yanılsamanın içine hapsolup kendini mi
kandırıyordu yoksa?
Yaşananlar uykuya ne kadar yakınsa o kadar yoğun şekilde anılarımız arasında kaydedilir.
Defalarca kez bunu tekrarladı durdu. İnanmak istemedi doğruluğuna. Ama mutluluklardan
kadar belki de daha çok acılardan kaçmak zordu hatta neredeyse imkânsızdı. Sonra bir kelime
belirdi zihninde aniden: DÖNÜŞ!
Eve dönmek, evime dönüyorum… Bu kelimelerin bu kadar anlamlı olduğunu hiç
düşünmemişti. Dışarıya çıkıyor, ailemizle arkadaşlarımızla planlar yapıyor, işimize gidiyor
sonra soluğu yine evimizde alıyorduk. Ama bir gün kalmak için eve döndük. Modern
zamanlar eşyaları, nesneleri büyütürken evlerimizi küçülttü, ailelerimizi çekirdek aile yaptı.
Kalmak için eve dönen bizler yanı başımızdaki ailemizi daha çok özler olduk, nineler dedeler
uzaktalarsa şayet fotoğraf albümlerine gömülürken bulduk kendimizi. Bir aile büyüğünün
mutlu gülümsemesi ile hayatı yeniden tarttık belki de. Daha çok sanat yığdık evlerimize,
geometrik şekillerle eşya arasındaki uyumu aramaya çalıştık. Belki de zihinlerimizde
yitirdiğimiz yuvaya döndük biz. Koca bir hayatı sığdırdık evimize. Çok hızlanmıştı her şey
durup yavaşlattık bir parça. Hayat hızla akıp giderken yavaşlatabiliyormuş insan buna
gücümüzün yettiğini gördük. Bugünler iyi şeyler de öğretti bize. O, insanın ceplerine
doldurduğu iyi şeylerle yoluna devam etmesi gerektiğine inandı hep. O kadar hızlanmıştık ki
durmayı öğrendik, düşünmenin dura dura yapılan bir eylem olduğunu… Arkadaşlığın, ailenin
kıymetini, dahası doğanın hayvanlarla bitkilerle bizlerle güzel olduğunu… Çok kirletmiştik bir
parça temizlemeyi öğrendik, kullanılmayan eşyalarla evlerimizi temizlerken çöp atıp
tükürmeyerek de doğayı temizledik. İnsan olarak evrende koca bir bütünün ufacık parçaları
olduğumuzu öğrendik. Paylaşmanın, merhametin herkesi ısıtacak ve hepimize her rızkı
verecek güçte olduğunu… Bence çok şey öğrendik, bu öğrendiklerimizi kaybetmeyelim yeter.
Bu kelimeler akıp gitti, zihninden döküldü kaleminin ucundan kâğıda, oradan da dergideki
köşesine döküldü. Birilerinin okuyup düşünmesi, umudu yüreğinin bir yerinde öylece saklı
tutabilmesi adına döküldü. Derken mutfaktan o eşsiz koku yayıldı etrafa…
Bir kahve kokusu, açılmış okunup yarın akşama ertelenmiş bir kitabın yarattığı heyecan hissi,
kulağa gelen melodi, ailecek izlenen tatlı bir komedi… Paylaşacak, anlatacak, anlattıkça
çoğaltacak ne çok şey var şu hayatta. Bazen eve hiç bilmediğimiz yoldan gitmek gibi
etrafımızda olup biten farkına varamadığımız güzellikler. Yazmalı insan, hayatımız bir gün
yine normale döndüğünde şunları yapacağım diye biriktirmeli belki de. Masalların hor
görülmediği diyarlar yaratmalıyız kendi içimizde. Heh bir de başkalarını mutlu etmenin
hayatın en büyük ödüllerinden biri olduğunu unutmamalıyız. O duyguya varan yol da
kendimizi mutlu etmekten geçiyor. Okunacak bir kitap, söylenecek birkaç tatlı söz, yarım
bırakılmış bir diziyi tamamlamak, evdeki çiçeği sulayıp evdeki hayvanınızla vakit
geçirmekten, çocuklara daha çok masal okumaktan, sevdiklerimize şu günler bir geçsin sana
kocaman sarılacağım demekten geçiyor. Ama şimdilik bu kahve kokusu da insanı çok mutlu
ediyor. Sorunca sorular da cevaplanıyor, dinlemesini bilince güzel melodiler de duyuluyor
uzaktan bile olsa. O kahve kokusu ve ona eşlik eden müzik sesi tüm damarlarına yayılırken
sokaktan gelen siren sesi ile irkildi birden. Hem o hem de kedisi bıyıklı hiç sevmezdi siren
sesini. Neden mi?…
Şu siren sesinden hep nefret etti…Hiç iyi bir şeyi hatırlatmıyordu ki ona… ya hastaneye
yetişen bir hasta ya yanan bir ev ya da kaçan bir hırsız. Şimdi ise o tüyleri ürperten sesin iç
karartıcı karanlığında kalakalmıştı öylece… -ekalmak ne duygusal eylemdi, içi hep acılarla
doluydu. Birilerini özleyen, birilerine geç kalan, birilerinin ardından bakan… Size de bunları
anımsatmıyor muydu? Anımsanan günlerden yaşanılan zamana terfi etmiş olan o, bir siren
sesinin boşluğunda kaybettiği tüm zamanları altı bir parça delik heybesine toplamaya
çalışıyordu. Bu şehri yeniden sevebilmesi için anılar biriktirmeliydi, biriktirmeliydi ki
çokluğun çöplük olmadığı bir dünya yaratabilmeliydi.
Genç gibi hissetti, hissettirdi. Oysa ki dönen dünya hiçbir şeyi yerinde bırakmadığı gibi, onu
da bırakmamıştı.
Küçük ihtiyaçların büyüdüğü yaşlılık dönemindeydi artık…Büyük kötülüklere yol açan iyilik
arayışlarından vazgeçmişti. Bir evin penceresi olma hayalini de geride bırakmıştı. Susmak, en
büyük şarkıydı aslında. Çocukların küçük kurşunlarla öldürülmediği bir dünya dilemişti
yıllarca. Kararlıydı, elini vicdanına koyduğunda iz bırakanlardandı. Çünkü her şeyin mutlaka
bir iz bırakacağına inanıyordu, izsiz şey olamazdı; kuşların bile izi vardı gökyüzünde,
sözcüklerin dilde, bakışların yüzde birer izi vardı… Bu dünya, çocukların ve delilerin hatırına
dönüyordu aslında. Bilmediği renklerle doluydu dünya ve ne tarafa dönse bu renklerin
nereden geldiğini bulamıyordu. Onun hikâyesinin önünü, ondan evvel kaleme alınmış
hikâyeler tıkıyordu. Ama inançla, olanca ağırlığıyla okumaya; dilsiz kelimelerin dili olmaya
devam ediyordu.
Viktor Frankl ne güzel demiş, “Önemli olan başımıza gelenler değil, başımıza gelenlere
verdiğimiz cevaptır” diye. Dünya kocaman bir değişimin içinden geçerken mutlu olup
gülümsemek en güzel cevaptı aslında…
Bir cevap yazın