Şubat 2010
Feride… En güzel yaşları ‘’Beyoğlu’nun üvey evladı Tarlabaşı’’ semtindeki
yüzlerce derme çatma gecekondudan birinde ziyan olan Feride. Daha bir çocukken
ayyaş Yusuf’la, şeref yoksunu babasının kendisine reva gördüğü hayata itaat eden
çocuk gelin Feride. Onun hikayesi Erzurum’un Salyamaç Köy’ünde başladı. Önce
hayallerini sonra gülüşlerini çaldılar. On dördünde sustu Feride. Suskunluğunu
acizliğinden sandılar ama onlar bunun bir meydan okuma olduğunu zamanla
anladılar. Çukur Mahallesi’ndeki gecekonduya geldiğinde kız altı aylık hamileydi.
Gecekondular yoksul kır göçmenleri tarafından, üç beş gün içinde yapıldığı için
sıcağa, soğuğa, börtü böceğe ve lağım kokusuna karşı herhangi bir tedbir alınmazdı.
Ev niyetine ortaya bir barınak çıkar, sadece valizini alır girerdin içine. Yusuf’un bir
gece üst üste yığılmış tuğlalardan alelade yapılmış iki katlı evin kireçle beyaza
boyanmış damında Feride’nin canını yaktığında kız daha on dört yaşındaydı. Kız
yalvardı, yakardı. Martılar duydu çığlıklarını ama Yusuf duymadı. Köy düğününden
dönen ailesi durumu anlayınca hemen gerekenin yapılmasına karar verildi. Birkaç
gün içinde yaşı büyütüldü. Nikâh işlemleri tamamlandı. Çıkan dedikodular çabucak
unutulsun diye sene başında köyden ayrılan amcaoğlu Halil aracılığı ile büyük şehre
göçmeleri uygun görüldü. Yaşadıkları görmezden gelindi. Ve yine kadın sustu, çocuk
sustu.
Halil, Yusuf’a üst sınıf seçkinlerinin gittiği alışveriş merkezleri ve plazalarla
çevrili lüks bir semtin büyük bir otoparkında bir iş ayarladı. Kendisi de o plazalardan
birinde çalışıyordu. Salyamaç Köy ’ünden çıkan, okumuş tek adamdı. Köy halkının
gururuydu. Yusuf’la aynı soydan olamayacak kadar naif, o karanlık semtin karanlık
şartlarına uyum sağlayamayacak kadar ürkek bir adamdı. Feride köyde bıraktığı
hayatına, yüreğine çok ağır gelen bir özlem duyuyordu. Oysaki üç erkek çocuğunun
üzerine doğduğu için değersizlik hissi ve sevgi açlığıyla büyüyen bir kız çocuğuydu.
Yalnız başına yaşadığı, hayal dolu bir dünya yaratmıştı kendine. Dağların ala
çiçekleri ve bir gece vakti av tüfeğiyle bacağından vurulan köpeği Duman en iyi
dostlarıydı. En çok onları özlüyordu. Köy ahalisinin tek eğlence durağı olan ahşap
ufak masalı, loş ışıklı köy kahvesinde hasır kaplamalı tahta taburesini kapının önüne
atarak, ince belli çay bardağından çıkan seslere, traktör kazasından dolayı aksayan
sol ayağıyla ritim tutan uzun boylu, esmer delikanlı rüyalarının daimi misafiriydi.
Namusunu kanla temizlemenin kahramanlık sayıldığı köylerinde adetler gereği
nikâhsız olan iki insanın görüşmesi mümkün olmadığı için sadece gözleriyle
severlerdi birbirlerini. Feride bir sabah köyü terk ettiğini duydu abileri konuşurken.
Uzun süre onu hiç görmedi. Geçen zaman ne boğazındaki düğümü çözdü ne de
gözünün yaşını dindirdi. Yüzü hiç gülmeyen bir semtin, yüzü gülmeyen çocuk
gelinlerinden biriydi.
Rumuz: Söz Perisi
Yusuf’un girdiği işlerden atılması çok fazla sürmezdi. Garsonluk, hamallık gibi
günlük veya haftalık yevmiye karşılığında denemediği iş kalmamıştı. Feride’nin
giydiği beli lastikli ince elbisenin üzerine yapışması, yemeğin tuzunun az olması veya
Yusuf’un kir pas içindeki uzun ve kalın paltosunun kopmuş düğmesini dikmesi
Yusuf’tan şiddet görmesi için yeterli bir sebepti. Maruz kaldığı bu şiddetin çoğuna
hemen hemen her akşam yemeğinde sofralarına oturan Halil de şahitlik ederdi. Halil
Feride’yi dut yapraklarının arasında, kozasını kırmak için çırpınan bir ipek böceğine
benzetirdi. O daha çocuktu, büyüyecekti, güneşi bir gün bile göremeden, yağmurda
ıslanmayı hak etmiyordu. Halil’in kaybolmaktan en çok korktuğu yer Feride’nin ceylan
gözleriydi. Kalan ömrünü o gözlere veresi gelirdi. Gücü sadece gözünün gördüğü
zulme müdahale etmeye yetiyordu. Görmediklerinin, duymadıklarının ağırlığını,
Feride’nin ölümü bile kabullenişinden anlayabiliyordu. Yusuf’un bir akşam, rengi yeşil
kahverengi arası değişen ‘’çarşaf’’ diye bahsettiği bir kağıda sarıp içtiği tütüne benzer
sigarasının etkisindeyken karnına attığı tekme ile doğumu başladı Feride’nin. Halil
onu hastaneye yetiştirdiğinde aldığı darbelerden dolayı yarı baygın haldeydi. Şiddetli
ama kısa süren sancı sürecinden sonra kucağına verdiler kızını. Kendi kaderine inat
sevgiyle büyüsün diye Mihriban koydu adını. Hep güneşi görsün diye, yüzü hep
gülsün diye.
Ekim 2020
Mihriban’ın doğumundan o talihsiz geceye kadar geçen on yıllık süreçte
Yusuf’ta değişen hiçbir şey olmadı. Çalışmıyor, sürekli içiyor, mahalledeki
torbacılardan aldığı renkli haplardan ve paslanmış demir gibi kokan otlardan bilincini
kaybettiği günler oluyordu. Ayık gezdiği günlerde evden ayrılıyor birkaç gün sonra bir
tomar para ile geri dönüyordu. Feride sabah ekmek kuyruğuna, akşam sebze artığına
koşmaktan yorulmuştu. Büyüdükçe Mihriban’ın ihtiyaçları ve masrafları artıyordu. İş
bulup çalışmak zorundaydı. Civar komşulardan, mahalleye yeni taşınan ‘’doktor’’
lakaplı Ahmet’in, annesi Şükran Teyze’ye bakıcı aradığını duydu. Vakit kaybetmeden
görüşmeye gitti ve hayatın bonkör davrandığı her hallerinden belli olan iyi giyimli
adamların ve lüks arabaların kapısının önünden eksik olmadığı bu evde aynı hafta
işe başladı. İki aylık süre sonunda izin kullandığı yağmurlu bir sonbahar akşamı evin
kapısına savrulan tekme sesleriyle irkildi. ‘’Doktor Bey’’ kapıda Şükran Teyze’nin
nefes alamadığını, hangi ilacı vereceğini bilemediğini ve hemen gelmesini söyledi.
Feride basit bir astım krizine bile müdahale edemediğini görünceye kadar onun
gerçek bir ‘’doktor’’ olduğunu sanıyordu. Hala hırsızlık ve torbacılıktan başka bir
meslek grubu barındırmayan bu semtten bir doktor çıkma ihtimaline inanacak kadar
saftı. Mihriban’ı uykusunda bırakarak, bir koşu gidip gelmek için üstünü giyindi. Sokak
kapısını açar açmaz Halil’i karşı köşeyi dönerken gördü. Telaş içinde olduğu belliydi.
Dizlerine değen uzun yeşil paltosunun etekleri kendi rüzgârından dalgalanıyordu. Bu
saatte ne geziyordu ki orada? O hafta büroda sabahlara kadar çalışacağını
söylemişti. Koşar adım Şükran Teyze’ ye gitti. İlaçlarını verdi, sıcak bir duşa soktu ve
uyumasını bekledikten sonra yanından ayrıldı. Vakit gece yarısına yaklaşıyordu.
Rumuz: Söz Perisi
Gecekonduya yaklaştığında Mihriban’ın uyanıp, kendisini göremediğinde
korkma ihtimaline karşı açık bıraktığı pencerenin önündeki ışığın kapalı olduğunu fark
etti. Yine elektriklerini kestiler diye düşündü. Eve girmek için anahtarı yuvasına
yerleştirdi, kapı bir tur çevirmeden açıldı. Oysaki kapıyı kilitlemişti. Yusuf ‘un geldiğini
düşündü ama akşamları bu saatte geldiği pek görülmemişti. İçeri girdi, priz kapağı
olmayan ve topraklama yapılmadığı için her defasında vücudunda anlık bir his
kaybına sebep olan düğmeye bastı. Elektrikler vardı. Biri kapatmış olmalıydı.
Yukarıdan bağrışma seslerini duydu. Yüksekten yere düşen bir kütle sesi ile kalp
ritimleri hızlandı. Vücudunu bir ateş bastı. Ayakkabılarını bile çıkarmadan uzun
gecekondunun dar merdivenlerine doğru koştu. Yerdeki yeşil palto… Halil’in
paltosu… Telaş içinde giderken görmüştü onu. Ne zaman geldi, neden burada?
Aklında onlarca soru vardı, cevaplarından korktu. Yukarı kata yaklaştıkça, bu hayatta
güvendiği tek insan olan Halil’in sesi kulaklarına ihanet ediyordu. Sesler yükseldikçe
vücut hareketlerini kontrol etmekte zorlanıyordu. Merdivenin başında iki bacağını
karnına çekmiş, kaskatı kesilen kızını gördü. Aman Allah’ım! Kim yaptı bunu sana
Mihriban? Mihriban’ın ruhunun bedeni üzerindeki hâkimiyeti yok olmuştu ama dili hiç
durmadan aynı ismi tekrarlıyordu… O an toprak sustu, gök delindi sanki. Kızına
bakarken kendini gördü Feride tam karşısında. On dört yaşında. Önden yarım
düğmeli, basmadan dikilmiş ala renkli fistanı paramparça. İğne oyalı pembe yazması
korkuluktan sallanıyor.
Bir saniye mi geçti, bir saat mi? Hatırlayamadı. Hızla Mihriban’ı kollarından
tutarak, merdivenin karşısındaki odaya sürükledi ve kızı güç bela yatağa yatırdı.
Koşarak odadan çıktı ve odanın kapısını dışarıdan kilitledi. Tuvaletten gelen
bağrışmalar, Mihriban’ın odadan gelen iniltilerine karışıyor, kadının muhakeme
yapmasına engel oluyordu. Kapıyı kilitler kilitlemez arkasından bir el kolunu kavradı.
Ona doğru döndü. Yarı çıplak bir bedenden kendisine doğru uzanan bir çift el bütün
gücüyle boğazına sarıldı. Kadının bedenini, kendi bedeni ile odanın kapısının
arasında sıkışana kadar ittirdi. Feride nefes almakta zorlanıyordu. Dudaklarından
tırnaklarına kadar morardı. Kadının kendi gücüyle kaçma ihtimali yoktu. Tuvalet
tarafından koşarak gelen biri, gözü dönmüş adamı sırtından kavrayarak, kadının
çırpınan bedeninden ayırmaya çalışıyordu. Feride’nin ağzından köpük kıvamında
balgam geliyordu. Ciğerleri delinmişçesine öksürmeye başladı. Hızla, yere düşerek
kanlar içinde boğuşmaya başlayan iki adamın üzerinden atlayarak, karşı duvardaki
üç katlı dolabın kırık kapağını açtı. Geçen gün Yusuf’u iki odanın arasında kalan
yüklüğe bir silah yerleştirirken görmüştü. Yün döşeğin altına sıkıştırdığı silahın soğuk
namlusu tenine değince ürperdi. Ensesinden ayak bileklerine kadar elektrik çarpması
gibi bir şey hissetti, parmak uçlarında müthiş bir acı ve avuçlarında yanma vardı.
Heyecandan dengesini kaybediyordu. Feride silahı aldı, hala yerde boğuşmaya
devam eden iki adama doğru uzattı. Şimdi tetiği çekse kaderdi, çekmese yine
kader… İki el silah sesi…
Rumuz: Söz Perisi
Orada ne kadar süre oturduğunu hatırlamıyordu. Şiddeti gittikçe yakınlaşan
siren seslerini duydu. Baş dönmesi ve kalp atışları her geçen dakika birbiriyle
yarışırcasına artıyordu. Ayağa kalkmayı denedi ama dizleri tutmuyordu. Kollarının
altından uzanan ellerin, gövdesinin ağırlığını yüklenerek, sırtından kavramasıyla güç
bela yerden kalktı. Gözleri önce sedyeye taşıdıkları adama sonra da kapısı kırılmış
yatak odasından, kendisine bakan bir çift göze takıldı. Olayın faili olarak, emniyete
götürülmek üzere, kendisini almaya gelen iki polis memurunun arasında merdivenleri
indi sessizce. Emniyette ilk ifadesi alındıktan sonra adliyeye götürüldü. Savcının
tutuklama kararı ile Ağır Ceza Mahkemesine sevk edilmesi ile soruşturma dosyası
açılmış oldu. Mahkeme adam öldürmek suçundan tutuklama kararı çıkardı.
Aralık 2020
Taksim’de bulunan ofisimde sabaha kadar çalışmayı düşündüğüm o geceyi,
çocukluğumda geçirdiğim traktör kazasından yadigar kalan kas ağrılarım sebebi ile
erken bitirmek zorunda kaldım. Feride’yi görebilmeyi umut ederek Taksim’in
Beyoğlu’na bağlanan yorgun ve hüzünlü sokaklarında Feridelerin mahallesine doğru
ağır adımlarla yaklaşırken, güvenlik görevlimizden bir telefon aldım. İş merkezinde
elektrik kontağının sebep olduğu bir yangın çıktığını söyledi. Ofise gitmek için telaş
içinde geri döndüm. Gece yarısına doğru itfaiye yangını kontrol altına aldıktan sonra
tekrar Feridelerin evine doğru yol aldım. Eve yaklaştığımda, evin sokak kapısının
aralık olduğunu fark ettim. Birkaç kez kapıyı tıklatıp Feride’ye seslendim. Cevap
alamayınca içeriye girip, kapıyı kapattım. Yukarıdan Mihriban’ın sesleri geliyordu.
Merdivenleri üçer beşer adımlayarak, iki odası ve kullanılamaz halde bir banyosu
olan yukarı kata çıktım. O an gözlerimin şahit olduklarını, zihnimin kabul etmesi
mümkün değildi. Yusuf’un ağır ve pis bedenini Mihriban’ın üzerinde görünce kalbimin
tüm yaşamsal organlarıma küsmüşçesine kan depolamayı bıraktığını hissettim.
Yatağa doğru koştum, onu sırtından tutup kaldırmak istiyordum fakat aldığı
uyuşturucunun sebep olduğunu düşündüğüm vahşi bir saldırganlık gösterdiği için
gücüm yetmiyordu. Cebinden bir şey arar gibi elini baldırında gezdirirken dikkatinin
dağılmasından faydalanarak ayaklarından çekerek yataktan aşağı düşürdüm onu.
Cebinden fırlayan çakı bıçağını almasına izin vermeden tuvalete kadar sürükledim.
Feride’yi göremiyordum ama bağırma seslerinin şiddetinden yukarı kata çıktığını
anlıyordum. Anlık bir bilinç kaybı ve vücudumun kasılmasına sebep olan burnuma
gelen darbe ile yere yığıldım. Ben yerde debelenirken, Yusuf ensesine sivri uçlu
mızrak batırılmış bir boğa misali elimden kurtulup, odanın kapısını kilitleyen
Feride’nin üzerine doğru fırladı. İki avucuyla, kapıya yaslanan kadının şahdamarını
öyle bir sıkmaya başladı ki kadının kanlı gözleri neredeyse yuvalarından dışarı
fırlayacaktı. Kontrolünü kaybettiğim bilinç düzeyimi toparlamakta zorlanıyordum.
Gözlerim bulanıyordu. Patlayan burnumdan kanlar akarken, güç bela ayağa kalktım.
Yusuf’un yere düşürdüğü çakı bıçağını yerden alarak Yusuf’a doğru koştum ve çakıyı
Yusuf’un Feride’nin boğazına geçirdiği eline sapladım. Feride, Yusuf’la yaşadığımız
Rumuz: Söz Perisi
arbededen fırsat bulup, koşarak yüklüğün kapağını açtı. Dolaptan aldığı silahı
üzerimize uzattı. Ve tetiği çekti.
Dava konusu olan olaya istinaden; mahkemede verdiğim sözlü tanık beyanım
bu şekilde zapta geçti. Avukatlık mesleğim boyunca ilk defa kendi müvekkilimin tanığı
olarak görev yaptım. Aksayan sol ayağım ile koridorlarını aşındırdığım mahkemenin
duruşma salonundan ayrılırken, ömrüm boyunca unutamayacağım bir meslek anısını
hafızama kazımış oldum. Bir yıla yakın süren dava sürecinin sonunda Feride’nin tüm
tahkikat işlemleri bitti. Savcının mütalaasına karşı mahkeme heyeti, meşru
müdafaadan beraat etmesine karar verdi. Elinde minicik bir valizle, buzdan duvarların
arasındaki kapıda belirdiğinde her şeye rağmen dimdik durabilmiş olmanın verdiği
güç ile hayata meydan okuyan bir kadını kucakladım.
Kasım 2021
Bugün otuz dört yaşıma giriyorum. Yüreğimde hala Feride’yi Yusuf’tan
koruyamamanın yasını tutarak, zamanın beni iyileştirmesini bekliyorum. Mahkemeler
bile vicdan azabının varlığı söz konusu olduğu zaman, vicdan azabını hafifletici bir
neden olarak kullanırken, belki de affedilmeyi hak etmediğime inandığım için, kendimi
suçlamaktan vazgeçemiyorum. Kaderin bildiği değişir miydi bilemem ama onu içinde
hapsolduğu hayattan çekip alabilseydim, elinden tutup, çıkabilseydim ailesinin
karşısına, bugün en azından denemiş olmanın huzurunu yaşıyor olabilirdim. Yeni bir
hayata yelken açmak üzere, valizimin kapağını kapatırken, hayatımın bugüne kadar
olan bölümünün de kapağını kapatmış bulunuyorum. Artık bir şeyden eminim ki bizim
kaderlerimiz hiçbir zaman birbirine nasip olmayacak ama bir kadın bütün kirlerinden
arınıp, küllerinden yeniden doğacak.