Utancın 100. Yılında… Hayatımın iki büyük
nehrine… Garbis’e, Artin’e.”
Dağların arasından yeşil mi yeşil bir nehrin yol aldığı, evlerin bu nehrin kenarına kurulduğu, dört tarafı yüce, yüksek dağlarla çevrili bir şehirde doğmuştum ben. Nehir boyunca uzun, dar ve karanlık sokaklar uzanırdı bu şehirde. Sadece nehir boylarına kurulan sokaklar değil, şehri birbirine bağlayan tüm meydanlar, geçitler ve tarihi konaklar da böyleydi; kimi zaman uzun kimi zaman dar ve karanlık. Gri, parlak ve kaygan taşlarla örülü bu tozlu sokakların hepsi az ötede şehrin başka bir yerleşim bölgesine, mahallesine bağlanırdı. Mahalleler, nehre bakan evlerin arka bahçelerinden başlar ve kaleye dek kıvrımlı sokaklarıyla erguvanlar eşliğinde bükülür giderdi. Hemen her evin bahçesinde iğde, ceviz ve kiraz ağaçları olur, çocuklar evlerin bahçesindeki kuyulara taş atar ve kuyuyu dinlerdi.
Savadiye, neredeyse şehrin en uzak yerleşim yeriydi. Yeşilırmak’ın ardı sıra hiç sapmadan yürürseniz rahatlıkla bulabilirdiniz bu mahalleyi. Ama uzun uzun yürümek, yakıcı güneşe yahut mevsim kışsa dondurucu soğuğa katlanmak gerekirdi. Yol boyunca salkım söğütlerin ve yaşlı kavakların altında ilerlemek yolculuğun efsunuydu. Savadiye; nehre bakan evlerin nehir boyunca hafif bir kavisle dizildiği, her evin arka bahçesinden başka bir evin duvarına yaslandığı, uzun, dar sokakların kaleye dek uzandığı bir mahalleydi. Sarmaşıklar, yaban gülleri, asmalar dış cephelerden sarardı hemen her evi.
Mayrig , her pazar ellerimi sıkıca tutup kaçarcasına Artin Amcaların yanına götürürdü beni. Artin Amca bir ustaydı. Karyola yapıyor, bisikletleri onarıyor, bozulan dikiş makinelerini tamir ediyordu. Kedileriyle yaşıyordu, bir de canından çok sevdiği Garbis’le. O kadar çoktu ki bu kediler, biri ayağınıza dolansa diğeri omzunuzda olur, birine “pıssttt” deseniz diğeri kucağınıza zıplardı. Sayılarını bence Artin Amca dahil kimse de bilmiyordu bu kedilerin. Bir gün, “Burada kaç kedi var Artin Amca?” diye sorduğumda kızmış, “Can, candır; hiç sayısı olur mu canın!” diye paylamıştı beni. Yaptığı ve tamir ettiği makinelerin üzerine “Gemerekyan” imzasını atıyordu Artin Amca. Garbis’se yalnızca kitaplarını okuyordu. Garbis’i o karanlık binanın bodrum katında, ev ve dükkân olarak kullandıkları, rutubetle, nemle ve küfle örtülü mekânda masasının üzerinde bir lüküsle sadece bir deftere yazarken yahut bir kitabın altını çizerken görüyordum. Garbis, oraya her gidişimizde sıkıca sarılıyor, kokluyor, ellerini öpüyordu Mayrig’in. Ağlamaya başlıyordu Mayrig usulca, sesi titriyor, gözlerini dükkânda şöyle bir gezdiriyor, herkesten saklıyordu bir anda içini; sus pus oluyordu.
Babam Savadiye’de kasaptı. Akşama kadar üzerinde kanlı önlüğü, elinde bir satır, ha bire vuruyordu tezgâhın üzerindeki yamru yumru et parçalarına. Her vuruşunda bir parça kan sıçrıyordu üzerimize. Babalarla ilgili imgelerin en kötüsünü yaşıyordum her seferinde.
Artin Amcaların dükkânından çıkmadan yeniden siyah çarşafını giyiyordu Mayrig ve Mahide oluyordu. Sonra tembihliyordu beni: “Sakın ha bana sokakta ‘Mayrig’ deme, sonra ayırırlar bizi ve beni bir daha hiç göremezsin!” Babamın ve mahallenin “Mahide”si, benimse “annem” oluyordu bir anda Mayrig. Anlamını o vakitler bilmediğim bu sözcük usulca yer etmişti dilimde, belleğimde. Ona, yalnız kaldığımız her an “Mayrig” demiştim, o beni göğsüne daha çok çekmişti, ben göğsündeki yazgımızı koklamıştım.
Hızlıca adımlardık sokakları. Büyük bir caminin yanından geçerdik. Yıldırım Beyazıt Cami’ydi bu. Koca bir bahçesi vardı. Yeşil mi yeşildi o da, az ötede akan ırmak gibi. Amasya’ydı ya yaşadığımız şehrin adı, Mayrig şehrin adını da hep başka biçimde söylerdi. Zaten hep başka biçimde, aksanla konuşurdu annem. Türkçe sözcüklerin arasına muhakkak anlamını bilmediğim sözcükler karıştırırdı. Babam kızardı ona. “Sus gâvur!” derdi. “Çocuğu da kendin gibi yapacaksın; dinsiz, imansız! Biraz şükret be şükret! Eğer ben olmasaydım, sen de şimdi annenle babanla koyun koyuna yatıyor olacaktın.” Mayrig susardı o anlarda. Gözlerini kaçırırdı. Usulca toparlanıp kalkardı yanımızdan. Ben gözlerimi sımsıkı yumar, dişlerimi sıkardım. Gözlerimin içi yanardı, yüreğimin içi…
Yıldırım Beyazıt Camii’nden her geçişimizde biraz oyalanırdık Mayrig’le. Sağımıza solumuza bakar, eğer etrafta birileri varsa girerdik camiye. Mayrig bağdaş kurar, beni kucağına oturtur, eline en renkli, parlak ve işlemeli tespihlerden birini alırdı. Ellerini yukarı kaldırıp, usulca seslenirdi kubbeye doğru: “Ah Asdvadz …” Hızlıca çıkardık sonra camiden.
Mayrig’le baharları daha sık gelirdik Artin Amcalara. Kuşlar daha yeni yeni selamlarken Yeşilırmak’ı. Yeşilırmak’tan bir gıdım su içerken serçeler. Nergisler, leylaklar, erguvanlar Amasya Kalesi’ni mora, pembeye, beyaza boyarken. Baharı kucaklayan kartopu çiçekleri dallardan sarkarken. Caminin bahçesi kadife güllerle dolarken. Şadırvandan su içip, onun iç kubbesine yapılan kuş evlerini izlerdim. Takunyaları giyip “tak tuk” sesler çıkararak, bu sesin daha da gürültülü yankılanmasından haz alarak turlardım şadırvanı. Kuşlara dalardım sonra. Serçelere, sakalara, sığırcıklara. En çok serçeleri severdim ben; o minik, narin, bence kimsesiz kuşları. Sığırcıkların haliyse yamandı Savadiye’de. Bizim mahallenin çocukları sapanı öğrendiklerinden bu yana anneleri onlara hep sığırcıklı pilav yapardı. Mini mini evler yapılmıştı tüm bu kuşlar için şadırvanın iç, camininse dış kubbesine. Kuşlar bir konardı yamaca, bir uçardı şadırvandan; yakalamaya çalışırdım, peşlerinden koşardım, takunyaların sesinden ürküp kaçarlardı. Mayrig çekiştirirdi beni. “Baban bekler bizi, hem kıyma kuşlara; yazıktır.” derdi. Yeşilırmak’ın kenarından ağır adımlarla yol alırdık.
Nehrin kenarına sıralanmış evlerden birinde otururduk Savadiye’de. Mahallemize kadar her bir evi hafızama kazımıştım, bilirdim oralarda kimlerin oturduğunu. Birbirine yaslanmış, siyahın, beyazın ve kahverenginin hâkim olduğu evler… Evimizden bilirdim, çoğu üç katlıdır bu evlerin. Alt kat karanlıktır, lüküsü yakmak gerekir otururken. Serindir bu katlar; turşular, şerbetler, marmelatlar burada muhafaza edilir. Nehre açılan, kapıları mandallı balkonları vardır bu alt katların. Kışın nehir yükseldiğinde balkondan eğilip dokunabilirdiniz suya. Orta kata çıkmak için evlerin kaleye bakan arka bahçelerinden dolanmak gerekirdi. Bu bahçelerde birer su kuyusu vardır, çocukların her sabah anneleriyle su çektiği, taş atıp kuyunun sesini beklediği. Bahçeyle orta katı üç dört tahta basamak bağlar birbirine. Orta katlarda oturma odaları ve misafir odaları vardır. Üst katlarsa yatak odalarıdır ve her daim beyaz, erguvan kokulu çarşaflar serilidir. Mayrig de evimizin çarşaflarını, bahçeye kurduğumuz kazanda kaynatırken birkaç erguvan dalı atardı kazana. Yavaş yavaş dağılmasını beklerdi suda. Sonra da çarşafları indirir ve atardı bakır kazana. Benim boş bulduğumda oynadığım, kiraz ve iğde ağacının dallarına meyvelerini düşürmek için vurduğum uzun sopayla karıştırırdı çarşafları. O sudan göğe bir buhar yükselirdi. Erguvan kokardı o buhar. Ben o buharın perdesinden kaleye bakardım. Burçlarından yaban çalıları rüzgârla birlikte savrulurdu kalenin.
Evimize yaklaşırken adımlarımız hızlanırdı. Koşarcasına yürümeye başlardık. Babamın yanına uğrardık biraz; şarttı, görünmeden gidemezdik eve. Babam her seferinde ilkin bana sorardı nereden geldiğimizi. Mayrig, önlemini alır, tembihlemiş olurdu yol boyunca beni: “Babana Artin Amcalara gittiğimizi, Garbis’i gördüğümüzü söylersen bir daha götürmem seni!” derdi. Bense Artin Amcaları, kedilerini göremeyeceğimden korkar, ağzımı sıkı tutardım. Babamın bu kısacık ama imalarla dolu, öfkesini gizlemediği sorularına, “Pazara gittik, dönüşte de camiye uğradık.” diye cevap verirdim. Babam yeniden dövmeye başlardı önündeki et parçalarını. Vurdukça kan sıçrardı üzerime, yüreğime, çocukluğuma. Ellerimi tuttuğu için hemen fark ederdim; Mayrig dükkâna yaklaştıkça titrerdi, terlemeye başlardı elleri. Elleri ellerimde yanardı. Elleri kınalıydı Mayrig’imin.
Eve vardığımızda önce bahçede otururduk Mayrig’le. Kuyunun hemen yanı başındaki kerevete kendimizi bırakır, göğe bakardık. Bir ekim ayında yine böyle göğe bırakmışken kendimizi “Bak!” demişti Mayrig, “Bunlar turnadır. Sırdır bu kuşlar, bir görünür bir kaybolurlar, ama sadece ekim ayında uğrarlar Savadiye’ye.” Kanatlarının altı simsiyahtı turnaların ve kanatları tüm göğü sarmıştı. Sanki gök dahil her şeyi kucaklamak istiyordu turnalar. Kendilerini erguvan kokulu çarşaflara boylu boyunca bırakır gibi bırakmışlardı bulutlara. Çıt çıksa kaçacaklardı sanki. Mayrig, sözlerinin ardından parmağını dudaklarına götürüp susmamı istemişti. Dediğini yapmış, o ekim ayında, Yeşilırmak’la yaşam bulan Savadiye’de, üç katlı eski bir konağın arka bahçesindeki kerevette göğü seyre dalmış ve kendimi bulutlara bırakırcasına Mayrig’in kadife güller kokan göğsüne bırakmıştım.
Bahçemizde nergisler, leylaklar ve erguvanlar vardı. Amasya Kalesi’nin yamaçlarından evimize dek inen çiçek seli, bahçemizle birleşerek nehre değin devam ederdi. Mayrig evimizin bahçesini diğerlerinden ayıran bahçe duvarının kenarında tarhlar oluşturmuş ve türlü türlü fidan dikmişti. Her nisan bir yenisi açardı, bereketlenirdi bu fidanların. Evimizin bahçesi nisanla birlikte ebemkuşağına dönerdi. Babam çok kızardı bu çiçeklere, “Bir gün siz uykudayken hepsini ateşe vereceğim.” derdi, ama Mayrig ısrarla her eylülde yeniden dikerdi fideleri; orta yaşlılarını aşılardı, budardı dallarını. Bahçeyi çeviren tüm duvar dipleri mora, pembeye, beyaza keserdi. Tüm bahçe efsunlanmış gibi kokardı. Ya da bu kokuda bir efsun vardı.
Mehmetlerin bahçesiyle bahçemizi ayıran duvarın, alt katımızla birleşen köşesine gizlediklerini, Artin Amcalardan her dönüşümüzde çıkarırdı Mayrig. Siyah, bez bir torbaya koymuştu onları. Bu siyah torbanın içindeki küçük kitabı çıkarır, sessiz sessiz okur, ellerini göğe kaldırır ve yeniden, bu kez bedeni sarsılarak ve hıçkırarak “Ah Asdvadz, sen yardım et bize!” derdi. Çıkardığı ve göğsüne bastırdığı madeni parçayı dudaklarına götürür ve ağlardı. Ben o vakitlerde bahçemizdeki kuyuya başımı saklar ve Mayrig’e bakmamaya, onu duymamaya çabalardım. Çocukluğuma sinen bu hıçkırıklar; erguvan, leylak, nergis kokularına karışıp beni biraz daha büyütürdü. Dikiş kutusunu getiren Mayrig, küçük kitabı ve madeni parçayı torbaya yeniden yerleştirir ve torbanın ağzını dikerdi. Toprağa gömdükten sonra da ellerimi tutar, yanaklarımdan öper, “Babana bu torbadan söz etme sakın!” derdi.
Akşamları çok sessiz olurdu evimiz. Babam yemeğini yedikten sonra abdest alır, başına beyaz, kulaklarının hemen üzerinde kalan bir takke giyer ve Kur’an okurdu. Ellerine aldığı tespih tanelerine sertçe bastırır, onları şakırdata sakırdata çekerdi. Beni dizinin dibine alır, sorgulardı. Her soruda gözlerimi Mayrig’den kaçırır, yere, halının herhangi küçük, en renkli noktasına dikerdim.
– Dinimiz nedir?
– İslam!
– Peygamberimizin adı ne?
– Hz. Muhammed!
– Kitabımızın adı ne?
– Kur’an-ı Kerim!
– Biz hangi milletteniz?
– Türk’üz!
Her gece yaşadığım bu sorgu, beni bahçemizdeki nergislerden, leylaklardan, erguvanlardan daha da uzaklaştırır, turnaları kalenin ardında yitip giden bir gölgeye dönüştürürdü. Babam beyaz entarisiyle gece yarılarına dek oturur, ben Yeşilırmak’ın kendini geceye teslim etmiş akıntısının eşliğinde rüyaya yatardım.
O gecelerin bir sabahında Mayrig beni erkenden kaldırıp hazırlamıştı. Telaş içindeydi. Babamın sorgulayan bakışlarına “Pazara gideceğiz.” yanıtını vermiş ve ellerimi sıkıca tutarak Yeşilırmak’a doğru yönelmişti. Dar Savadiye sokaklarını aşmış, Yeşilırmak’ın ardı sıra yürüyerek Artin Amcalara gelmiştik. Artin Amcaların dükkânının önü kedilerle dolmuştu. Artin Amca bütün kedileri dışarı salmış ve dükkânının önüne çektiği sandalyesine kurulmuş kahvesini yudumluyordu. Bizi görünce ayağa kalkmış ve fincanını kapatıp içeriye girmişti. Bir an kalakalmıştık Mayrig’le sokağın ortasında. O an Mayrig başını dağa doğru kaldırmış ve bilmediğim bir noktaya çaresizce, ısrarla bakmıştı. Garbis gelmiş ve bizi sokağın ortasından kaçırırcasına almış, sonra da içeriye girmiştik.
-Nereye Artin?
-Biz gidiyoruz.
-Garbis sen de mi?
-Evet.
-Peki ya kediler?
-Salıyoruz işte hepsini.
-…
-Sen de gel ahçik , sen de…
Mayrig kedilerden birini kucağına almış, titremeye başlamıştı. Sıkıca sarılmıştı Artin Amca’ya ve Garbis’e. Ayrılamamışlardı bir süre. Gözyaşları içinde kalmıştı üçü de. Mayrig, ağzını açacak olmuştu, konuşamamıştı, susmuştu. Vedanın, bir daha birbirini göremeyecek olmanın bilinciyle ayrılmanın ne kadar yakıcı olduğunu, insanı nasıl kötürümleştirdiğini, nasıl dilsizleştirdiğini, bir çocuğun o an nasıl hızla büyüdüğünü o zaman yaşamıştım.
Artin Amcaları bir daha hiç görmemiş, onlardan uzun bir süre haber alamamıştık. Sonradan Amasya’yı izinsiz terk etmeye çalıştıkları için Merzifon yakınlarında kurşuna dizildiklerini mahalle bekçimizden öğrenmiştik.
Kışa doğru hastalanmıştı Mayrig. Sesi çıkmamıştı hiç. Yanına gittiğimde alnıma bir öpücük kondurmuş ve ellerimi tutmuştu yine sıkıca. Artin Amcalardan aldığımız kediyi kucağında uyutmuştu. Birbirimize sokulup baharı beklemiştik. Babam hiç yaklaşmamıştı Mayrig’e, halini hatırını sormamış, doktor çağırmamıştı. Belki o da hayatına istemediği bir biçimde giren Mayrig’in artık gitmesini istemişti. Beyaz entarisini giyip gece yarılarına dek tespih çekmişti.
Bahara kavuşamamıştık; Yeşilırmak’ın akıntısında rüyaya daldığım ekim sabahında, Mayrig’i, ağzından yastığına sızan kanla bulmuştuk. Gökyüzünde turnalar uçuyordu, leylaklar, erguvanlar, nergisler solmuştu. Turnalar almaya mı gelmişti Mayrig’imi? Mayrig gitmiş miydi?
Babam, Mayrig’in son isteğini de yerine getirmemişti. Artin Amcaların yanına gömmemişti onu. Tüm çiçek tarhlarını ateşe vermişti. Mayrig’in leylakların arasına gömdüğü siyah torbayı bulduğunda “Senin haberin var mıydı?” diye sormuştu. Ağlamıştım, susmuştum. Torbayı almak istemiştim ama babam onu, Artin Amcaların armağan ettiği kediyle birlikte Yeşilırmak’ın soğuyan, ilk karla birlikte buz tutan sularına atmıştı. On iki yaşım kan revan içindeydi artık. Hem Mayrig’imden hem de çocukluktan hızla ıramıştım.
Hayat sırdır derler. Mayrig’im de turnalar sırdır demişti.
Mayrig’den sonra babam beni Lâdik’te bir yatılı okula vermişti. Ben oradan her ekim ayında turnaları seyretmiştim.
On üç yaşımın tatilinde evimize döndüğümde evlenmişti babam. Bir daha uğramamıştım Savadiye’ye.
Yine bir ekim ayında turnaların göç mevsiminde ulaşmıştım sırra. Bir arkadaşımla Beşiktaş Balık Pazarı’nın arkasındaki bir sokaktan yukarı tırmanırken burun buruna gelmiştim hayatımın gerçeğiyle: Surp Asdvadzadzin Ermeni Kilisesi. Mayrig’imin dualarındaki sözcükler düşmüştü içime: “Ah Asdvadz, sen bize yardım et…” Kar taneleri gibi uçuşuyordu şimdi sözcükler, turnaların ardı sıra sürükleniyordu. O günün sabahında hemen bir bilet almış ve akşama doğru varmıştım Amasya’ya. Babamı yine Savadiye’de bulmuştum, o kasap dükkânında. Beni tanımamıştı önce. Aslında birbirimizi hiç tanımadığımızı o an yeniden anlamıştım. Hayır, eve gitmek istemiyordum, dayanacak gücüm olmayabilirdi.
Evimiz Mayrig’imin ailesinin eviymiş. Amasya’yı terk edip gitmek zorunda kalan dedemler Mayrig’imi sağ koymaları koşuluyla babamların ailesine evlatlık olarak bırakmış. Bir süre sonra evlendirmişler Mayrig’le babamı. Dedemler göç yollarında gömülmüşler, mezarları olmamış. Artin ve Garbis ise biraz daha şanslı çıkıp göçün ikinci yılında geri dönebilmişler Amasya’ya; aslında dayılarımmış.
Dükkândan hızlıca çıkıp Artin ve Garbis’in yaşadığı mahalleye doğru koşmuştum. Girmeye cesaret edememiştim ama. Dağın gölgesi düşmüştü mahallelerine. Hiç kedi yoktu.
Şimdi Mayrig’im içimde bir yerlerde. Her hafta sonu yanına uğruyorum. Babam onu Müslüman mezarlığına layık görmediğinden Amasya Kalesi’nin evimize dek inen yamacındaki eski, artık yok olmak üzere olan “gâvur mezarlığı”na gömmüştü. Her hafta leylaklarla, erguvanlarla, nergislerle uykuya dalıp evimde kuruttuğum çiçeklerle ardımda turna katarları Mayrig’ime gidiyorum. Onları mezarına bırakıyorum. Evim koksun istiyorum mezarı. Yeniden kucaklaşıyoruz her hafta sonu, her hafta sonu. Ona kalbimde nergislerden, leylaklardan, erguvan dallarından bir kabir yaptım, turnaların göğsüme bıraktığı çiylerle suluyorum mezarını, dilimde iki sözcük, ağlıyorum: “Ah Asdvadz…Ah Asdvadz…”
Bir cevap yazın