Bu, onu ilk görüşü değildi galiba. Daha önceden de gözüne takılmış olmalıydı. Kısacık kesilmiş, düz, siyah saçları, uzuna yakın orta boyu, hafif dolgun ama narin bedeni… Yakaları kaldırılmış, boynunu örten, beyaz kırçıllı gri renkli, diz altına kadar inen bir manto, göğüs kısmından görünen açık pembe tişört, kıyafeti tamamlayan, topuksuz, düz, siyah, rugan ayakkabılar… Uzaktan göründüğü kadarıyla, hiç makyaj yapılmamış bir yüz… Çok sade bir görünüşü vardı. Sokakta her an karşılaşabileceğiniz bir “iyi aile kızı”… Belki de bu sade görünüşü, onda, daha önceden tanıdığı izlenimini uyandırmıştı.
Çayından bir yudum alırken, gözlerini otobüs durağındaki bu kızdan ayırmamaya çalıştı. Bulunduğu binanın penceresinden, durakta bekleyenleri net olarak görebiliyordu. Kız, elleri mantosunun cebinde, hareketsiz bir şekilde belediye otobüsünün yolunu gözlüyordu. Hava bayağı soğuk olmalıydı. Bir ara, çantasından telefonunu çıkardı; kısa bir konuşmadan sonra, tekrar yerine koydu ve yolu gözlemeye devam etti. Çok sıradan bir görünüşü vardı. “Öğrenci değildir herhalde,” diye düşündü. Bu kanıya nerden mi varmıştı? Bütün sadeliğine karşın, kulaklarında daire şeklinde iri küpeler vardı. Görünüşüne ve kıyafetine uymayan tek eşya buydu. Bir öğrencinin böyle gösterişli küpeleri olmazdı. Belki, parmağında yüzük bile yoktu. “Var mıdır acaba?” dedi seslice… “Bu ne hız oğlum? Uzaktan, bir kere gördüğün kızın yüzüğünü merak ediyorsun?” dedi ve kendi kendine güldü. Ayrıca, öğrenci olacak yaşı da biraz geçmişti sanki. Yirmili yaşların sonlarında gibi görünüyordu. Bu yaşta bekâr olma olasılığı zayıftı. Evli veya en azından nişanlı falan olmalıydı. Beklediği otobüs gelip de kız o otobüse bindikten sonra, pencerenin önünden çekildi, sandalyesine oturdu ve derin düşüncelere daldı.
**********
Altı aydır bu işyerinde çalışıyor, boş zamanlarında bu pencereden yolu ve yolun karşısındaki otobüs durağını seyrediyor: Mustafa Seven… İl Milli Eğitim Müdürlüğü, evrak kayıt memuru… Kamu Personel Sınavını kazanarak girdi bu işe. Başka türlü, bir iş sahibi olma olasılığı yoktu zaten. Doğuştan torpilsiz… Adı bile çok sıradandı: Mustafa… Babasına sormuştu birinde: “Baba yahu! Başka hiç isim bulamadın mı? Aklına gelen ilk ismi koymuşsun!.. Mustafa nedir yahu?” Babası azarlamıştı onu: “Çarpılırsın ulan!.. Senin ismin mübarek bir isim! Peygamberimizin adı!..”
Liseyi bitirdikten sonra, köyünden hiç ayrılmadı; ta ki bu işe girene kadar… Babasıyla birlikte çiftçilik yaptılar. Biraz, tarla, bağ-bahçe işleri, ağırlıklı olarak büyükbaş hayvancılık… Geçim sıkıntıları yoktu. Üniversite sınavlarını kazanabilse belki köyünden ayrılabilirdi ama istediği bir bölüme girmeyi başaramadı bir türlü. Sonunda, “Açık Öğretim”e karar verdi… İki yıldır bu okula devam ediyor. Bitirebileceğine dair hiçbir umudu yok. Sınavlara girip çıkıyor işte… Köyde yaşadığı sürede, sınavlar dışında şehre, pek uğradığı yoktu. Köyleri, bağlı olduğu kasabaya çok yakındı. Küçücük kasabaları da İl’e fazla uzak sayılmazdı… Sabah köyünden çıkıp rahatlıkla İl’deki sınava yetişebiliyor; sınav sonrası, köyüne dönmeden, şehirde biraz vakit geçirecek zamanı da oluyordu. Bir öğle yemeği… Belki bir sinema… İl’de bulunan, dayısına ait ayakkabı mağazasına mutlaka uğrayıp, hal hatır sorma… Vitrinlere amaçsızca göz gezdirme… Zamanı varsa ve hava uygunsa, şehir parkında biraz soluklanıp çay içme… Sınava girdiği İl, birkaç saatte tamamı dolaşılacak kadar küçüktü. Özellikle devletin açtığı, Kamuya Personel Alımı sınavlarının tamamına katıldı. Bu sınavları, biraz da arada bir köyden ayrılmak ve “şehir yüzü görmek” için fırsat olarak kullandı.
Şehir hayatına pek yabancı sayılmazdı. Liseyi de kendi İl’inde okumuştu. Yaşadığı şehir fazla büyük değildi ama bir şehirde bulunması gereken her şeye sahipti. Lokantalar, kahvehaneler, atari oyun salonları, sinemalar, parklar, çay bahçeleri… Dört yılı bu şehirde geçti. Dayısının yanında kalıyordu. Şehrin ana caddelerinden birinde, ayakkabı mağazası vardı dayısının. Durumları iyiydi. Mustafa’yı da severdi. Sık sık cebine harçlık koyuyordu. Zaten, babasından yeterince para alıyordu. Dört yıl boyunca hiç para sıkıntısı çekmedi. Arkadaşları arasında adı “Köy Ağası”na çıkmıştı. Bu lakap, sadece parası bol olduğu ve köyden geldiği için takılmamıştı ona. Ağırbaşlı bir çocuktu. Yerine göre, arkadaşlarıyla gezer, eğlenir, “kız peşine” bile giderdi ama hiç şımarıklık yapmazdı. Arkadaşlarının şakalarına gülümsemeyle karşılık verir, kimseyi ağır şakalarla gülünç duruma düşürmezdi. Okul çıkışı, arkadaşlarıyla şehrin sokaklarını dolaşmak en büyük eğlenceleriydi. Aynı semtte oturanlar birlikte takılır ve genellikle dolmuşa binmeden, geze geze, dolaşa dolaşa, evlerinin yolunu tutarlardı. Hele de bir gurup kızın peşine takılmışlarsa… Artık, kızlar nereye kadar giderse… Sadece takip ve arada bir çocukça laf atmalar… Başka bir eylem yok… Dört yıl boyunca -okul arkadaşları dışında- karşı cinsten hiç kimseyle el ele, göz göze bir yakınlaşması olmadı. Bir kız arkadaşıyla, baş başa sinemaya gitmedi, parkta oturup çay içmedi. Uzun boyluydu… Yakışıklı sayılırdı ama girişken değildi, mahcup ve çekingen bir yapısı vardı. Bazen, ona yaklaşmak isteyen kızları bile, soğuk tavırlarıyla kendinden uzaklaştırdığı oluyordu. Belki de “Köy Ağası” maskesini, sırf bu eksiklerini gizlemek için takınıyordu.
Bu çekingen ve soğuk tavırları, liseden sonra da devam etti. Okul biter bitmez, annesi onu evlendirmek için çalışmalara başladı. İlk yıllar: “Yaşım küçük,” dedi, “önümde bekâr ablam var,” dedi, “askerliği yapmadan olmaz,” dedi. Askerliği bitirdi. Aradan birkaç yıl geçip ablası da evlenince… Boylu poslu, yakışıklı bir genç olmuştu. “Bir evin bir oğlu”ydu. Maddi durumları da köy şartlarında oldukça iyiydi. “Kimi isteseler alırlar”dı. Zaten, onların istemesine de gerek yoktu; kız annesi ve yakınlarının markajı altındaydılar. Mustafa’nın annesi ve ablası, doğrudan ve dolaylı yollardan gelen tekliflerden bunalmışlardı. Köyün bütün kızları peşindeydi desek yalan olmaz. Kararlı bir şekilde reddetti bütün teklifleri… İçlerinde; gönlünün düştüğü, geceleri uykusunu kaçıran, belki onu görürüm diye yolunu değiştirip çeşme başından geçtiği, dünya güzeli kızlar da oldu. Aşk acısını da tattı ama o hiçbirine umut vermedi. O ciddi ve mesafeli duruşunu korudu. Annesinin ısrarlarını, üstelemelerini hep: “Daha zamanı var,”deyip geçiştirdi. Annesi bir gün, “ne zamanı oğlum?..” demişti, “gelmişin 30 yaşına, daha neyin zamanı?..”
Neydi beklediği? Evlenmesi için neyin olması gerekiyordu? Bunu kendisi de bilmiyordu. Görünürde hiçbir sebep yoktu. Sadece bilinçaltında bir ses… Devamlı uyarıyordu onu: “Bekle!.. Daha zamanı var!..” Çok sıkıştığı zaman, işsizlik bahanesinin arkasına saklandı hep ama iş aramak için de hiçbir girişimde bulunmadı. Altı ay önce, bu mazereti de geçersiz oldu. Artık bir işi vardı… Hem de “Devlet Memuru” olmuştu. Yıllardır girdiği personel alımı sınavları, sonunda meyvesini vermiş, Milli Eğitim Bakanlığına ataması yapılmıştı. Göreve başladığı Büyükşehir; liseyi okuduğu, kendi ilinin en az dört katı büyüklükteydi. Altı aydır, henüz şehrin yarısını bile öğrenememişti. Köyündeki sade yaşamı, burada da devam ettiriyordu. İlk birkaç hafta otelde kaldı, lokantada yedi… Baktı ki bu maaş, bu yaşam için yeterli gelmeyecek; şehrin kenar mahallelerinden, kendine uygun bir bekâr evi tuttu. Şimdi, kendi evinde kalıyor. Kahvaltı ve akşam yemeklerini de çoğunu köyden getirdiği malzemelerle, kendisi hazırlıyor. Sadece öğle yemeğini, işyerine yakın pidecilerden, dönercilerden temin ediyor. Bu düzeni oturttuktan sonra, birkaç aydır para biriktirmeye bile başladı. Bir şey daha oldu: Artık, evlenme fikrine eskisi kadar soğuk bakmıyor. “Daha zamanı var,” lafını hiç etmiyor. Onu evlendirme kampanyasına, annesinden başka, kendi ilinde yaşayan, ayakkabıcı dayısı ve yengesi de katıldı. Herkes, harıl harıl gelin adayı arayışında…
Mustafa, hâlâ acele etmiyor. Şimdi daha da seçici davranıyor. Dayısının verdiği o öğüdü de hiç unutmuyor: “Oğlum, insan yaşlandıkça daha titiz olur. Bak, sen otuz yaşını geçtin. Bir an önce kararını ver, adaylardan birini seç.” demişti, buldukları kızı, “boyu kısa” diye reddettiği zaman.
**********
Sabah, postadan gelen zarfları açtı, evrakları kaydetti, kayıt damgalarını bastı, ilgili şubelere dağıtımını yaptı. Sandalyesinin yönünü pencereye doğru çevirdi; sabah çayını yudumlarken, gözü otobüs durağına sabitlendi. Onu, dün hangi saatte görmüştü ki? Hatırlayamadı. Mantosu, pembe tişörtü, siyah ayakkabıları ve o iri küpeler… Sabah saatleri olmadığı kesindi. Öğleden sonra olmalıydı. Kısacık, siyah saçları, makyajsız yüzü… Evet evet, akşama yakın bir saatti. O otobüse bindiğinde, hava kararmak üzereydi. Elleri mantosunun cebinde otobüs beklerken, çok ciddi görünmüştü gözüne. Ağırbaşlı ve vakur bir tavrı vardı.“Tıpkı benim gibi,” diye gülümseyerek düşünürken, kalbinin ılıdığını hissetti.
Ertesi gün, daha ertesi gün, daha ertesi gün… Artık her gün boş zamanlarında, sandalyesini pencereye çeviriyor ve durağa bakıyordu, istemsizce… Üç-dört gün göremedi onu. Derken, Cuma günü mesainin son saatlerinde… Yine duraktaydı işte… Yine üzerinde sade giysiler, yine gösterişli ve iri -bu kez yıldız şeklinde- küpeler… Otobüsü erkenden geldi… Kalbinin hızlı hızlı atmasına yetecek kadar bile zamanı olmadı Mustafa’nın… Otobüsün arkasından baktı kaldı…
Hafta sonunu düşünerek geçirdi desek yanlış olmaz. Sıcacık yanan sobasının başında, pencere kenarına yakın koltuğuna oturdu, dışarıda yağan karı seyretti. Bakkaldan ekmek ve gazete almak dışında, hiç dışarı çıkmadı. Televizyon izledi, eski resimlerine baktı tekrar tekrar. Yemek pişirdi, çay demledi, kitap okudu. Bütün bu işleri yaparken hep onu düşündü. Acaba mesleği neydi? İşi neydi? Nerede oturuyordu? En önemlisi de evli miydi, bekâr mıydı, sevgilisi falan var mıydı? Cumartesi Pazar, iki gün boyunca, neredeyse her anında o vardı. Ne izlediği televizyon programlarından bir şey anladı, ne de okuduğu gazeteden, kitaptan.
Haftanın ilk mesai günü, işe giderken artık kararını vermişti. Evli falan değilse… Başka bir engel durum yoksa… Onunla ciddi olarak konuşacaktı. Yine işlerini çabucak bitirip pencere nöbetine devam etti. Saat üç buçuk dört arası gördü onu. Aynı ciddiyet ve aynı sadelik… Yerde, birkaç santim kar vardı. O, kısa topuklu ve kısa konçlu bir bot giymişti. Önceki kıyafetlerinden tek farkı buydu. Her gün, aynı saatlerde biniyordu otobüse ve hep yalnızdı. Akşamüzeri, hava kararırken… Acaba, bu saatte işe mi gidiyordu, işten mi geliyordu? Buna, fazla kafa yormadı. Şimdi daha önemli konular vardı. Ne yapıp edip bu kızla tanışmalıydı.
Ertesi gün öğleden sonra işi gücü bıraktı, onun yolunu gözlemeye başladı. Artık, geliş zamanını biliyordu. Saat üçü geçtiğinde, heyecanını bastırmaya çalışarak, pencerenin önünde bir sağa bir sola yürümeye başladı. Sonunda beklediği an geldi. İşte oydu!.. Yoldan karşıya, otobüs durağına doğru yürüyordu. Hemen elindeki çayı masaya bıraktı, kabanını dahi giymeden, dışarı fırladı.
Otobüs durağına, ikisi de aynı anda geldiler. İki adım ilerisindeydi… Üzerinde, siyah renkli, yakası iyice kapatılmış bir anorak, altında dar bir kot pantolon ve siyah botlar… Kulağında, yine o daire şeklinde iri küpeler… Ve yine makyaj yapılmamış bir yüz… Onu ilk kez yakından görüyordu. Öyle, çok fazla güzel sayılmazdı. Yüzünde, dikkat çekecek bir farklılık, bir özellik yoktu. Sadece biraz belirgin elmacık kemikleri ve yanaklarında belli belirsiz gamzeler… Yaşından daha olgun görünüyordu. Mustafa’yı asıl etkileyen, bakışları olmuştu. Bakışları sertti ama hüzün ve keder de vardı bu bakışlarda sanki. Bir adım daha attı… Kalbi yerinden çıkacak gibiydi… Şansına, durakta kimse yoktu. Sadece ikisi… Önce ellerine baktı dikkatlice. İki elinin parmaklarında da alyans yoktu. Birkaç tane gösterişli, iri taşlı yüzük, o kadar. Çok sevindi. İlk aşama tamamdı. Artık harekete geçmeliydi. Elleriyle kravatını düzelterek: “Hanımefendi, sizinle tanışmayı çok istiyorum!” diyebildi sadece… Başka bir şey söyleyemedi. O anda otobüs tam önlerinde durmuştu. Kız, otobüse binerken ona döndü ve kaşlarını hafifçe çatarak: “Ne münasebet?..” dedi sadece…
Sonraki günlerde, birkaç kez daha girişimde bulundu ama hiç başarılı olamadı. Ya yetişemedi, ya durak kalabalıktı, sadece uzaktan bakıştılar. Artık tanışmış sayılırlardı. Gerçi, Mustafa’ya bakışları hiç cesaret verici değildi. O, öyle ters bakıp kaşlarını çattıkça, Mustafa daha da ümitleniyordu. “Tam evlenilecek kız!” diyordu: “Ciddi, ağırbaşlı, sade…”
Böyle olmayacaktı! Başka bir yol bulmalıydı. Durakta değil de daha uygun bir yerde, uzun uzun anlatmalıydı ona, içinden geçenleri. Kararını verdi. Planını yaptı. Ertesi gün, işlerini erkenden bitirdi; saat üçte, müdüründen birkaç saatlik izin aldı ve binadan dışarıya çıktı. Bu kez, onu yolun karşısına geçmeden yakalamalıydı. Elleri kabanının cebinde üşüye üşüye aşağı yukarı bir saat bekledi. O soğukta onu beklerken, tek bir hedefi vardı: Onu evlenmeye razı etmek… Başka bir şey düşünemiyordu. Artık, evlenme zamanı gelmişti ve bu kız en uygun aday gibi görünüyordu. Bu güne kadar, ailesinin bulduğu bütün adayları, “daha zamanı var,” diye geri çevirmişti. Belki de beklediği “zaman” gelmişti.
Onu gördüğünde, saat dörde yaklaşıyordu. Ellerini cebinden çıkardı, başını hafifçe öne eğdi, saygılı bir şekilde gülümseyerek karşıladı onu. Tam ağzını açmak üzereydi ki kız birden: “Sen benim başıma bela mısın kardeşim?.. Ne önüme çıkıp duruyorsun ikide bir?..” dedi ve yola doğru yürümeye devam etti. İlk şaşkınlığı geçtikten sonra, peşinden yetişti ona ve: “Hanımefendi, ben sizi rahatsız etmek için değil… Konuşmak istedim sadece… Niyetim ciddi…” gibisinden bir şeyler geveledi ağzında ve anında yanıtını aldı: “Başlarım senin niyetinden!.. Peşimi bırak, beni kendine bulaştırma!..” Bunu öyle bir kararlılıkla söylemişti ki geri dönmek zorunda kaldı Mustafa, şaşkınlıktan ağzı bir karış açık şekilde…
Hani bazen olur: Rüyanızda, büyük bir aşkın tam ortasındayken ya da coşkulu bir serüvenin, büyülü bir yolculuğun, zafere en yakın olduğunuz anda bir yarışmanın sonunu yaşayamadan uyanıverirsiniz. Ne büyük hayal kırıklığıdır o?.. Yeniden gözünüzü kapatır, rüyaya dönmek istersiniz. O anda, başka hiçbir şeyin önemi yoktur sizin için. Tıpkı, şimdi Mustafa’nın olduğu gibi… Beyni durmuştu sanki… Ne yapacağını bilemedi. Evinin olduğu yöne doğru yürüdü. Sonra biraz kendine geldi. Mesaiye dönmesi gerekiyordu. Masasına geçti. Odacının bıraktığı çayı, şeker katmadan yarıya kadar içtiğini fark etti. Mesaiyi bitirdi, diğer memurlar gibi o da imza kartonuna ayrılış imzasını attı, evine doğru yola koyuldu.“Ne yaptım ki ben ona?” diyordu kendi kendine, “Hakaret etmedim, laf atmadım, sadece konuşmak istedim.”
Sobasını yaktı, kahvaltıdan kalan tabakları ve bardakları makinaya yerleştirdi, buzdolabından biraz helva aldı, ekmek arası yaparak akşam yemeğini aradan çıkardı, kanepeye uzandı, televizyonu açtı. Kanallar arasında amaçsızca birkaç tur attı. Bütün bunları, önceden programlanmış bir robot edasıyla yapmıştı. Düşünemiyordu. O sözleri sindiremiyordu bir türlü. Oraya takılıp kalmıştı. Evli veya nişanlı falan olsa, bunu açıkça söylerdi. Bağırıp çağırmasına gerek yoktu. “Beni beğenmedi mi acaba?” diye düşündü. Bunu da o yakışıksız sözleri sarf etmeden belli edebilirdi. Ortada hiçbir şey yokken, birdenbire köprüleri atıvermişti. Artık, aralarında bir ilişki olacağına dair ümidi azalmıştı ama bunun sebebini öğrenmeden, bu işin peşini bırakmayacaktı. Gecenin ilerleyen saatlerinde, onu yeniden bulup bu davranışının nedenlerini öğrenmeye, iyice karar vermişti. Hatta bu işi bir an önce halletmeliydi. Yarın, Cumartesi olmasına karşın şansını deneyecekti. Eğer hafta sonu da çalışıyorsa veya her neyse, yarın o otobüs durağına gelirse bu işi sona erdirecekti. Bu kararlılıkla, erkenden yorganı kafasına çekti ve uyudu.
Bu kez, çok fazla ortaya çıkmadı. Saklanmayı tercih etti. Onu sokağın başında görür görmez, çalıştığı binanın sokağa bakmayan yanında, iyice yaklaşmasını bekledi. Tam hizasına geldiğinde, ortaya çıktı ve: “Bak hanımefendi!.. Çantanı kafama da geçirsen, beni polise de versen, diyeceklerimi demeden ve cevabımı almadan seni bırakmam!..” dedi. Bir an şaşkın şaşkın baktı Mustafa’nın yüzüne. Bu şaşkınlıktan istifade hemen lafa girdi. Eliyle arkasındaki binayı işaret ederek: “Burada çalışıyorum… Devlet memuruyum… Yani, senin peşine takılmış bir sapık falan değilim. Seninle, evlenmek için tanışmak istemiştim. Çalıştığım odanın penceresinden, seni o durakta ilk gördüğüm günden beri ilgi duyuyorum. Niyetim ciddiydi yani ama dünkü davranışın, ettiğin o kötü sözler… Çok büyük hayal kırıklığına uğradım.”
“Bak kardeşim!.. Benden uzak dur!.. Benden sana yar olmaz!..” dedi. Bu kez ses tonu çok daha anlayışlı ve okşayıcıydı. Sesindeki bu yumuşaklık, yeniden ümitlendirdi Mustafa’yı: “Neden?.. Niye olmaz?.. En azından bir yere oturur, konuşuruz. Sen kendini anlatırsın, ben kendimi anlatırım; sonra birlikte karar veririz; olur mu olmaz mı?”
Önce, bir şey söyleyecek gibi ağzını açtı, Mustafa’yı biraz süzdü; sonra birden fikir değiştirdi, elini çantasına soktu ve: “Peki, konuşmak mı istiyorsun? Konuşalım o zaman…” dedi… Çantasından çıkardığı not defterinden bir sayfa kopardı, yazdığı adresi Mustafa’ya uzattı: “Akşam, saat sekizden sonra bu adrese gel. Ben, içeride olacağım. Konuşur, her şeyi hallederiz.”
“Adını bari söyleseydin, gelince seni nasıl soracağım?”
“Adım Canan.” dedi ve Mustafa’nın başka bir şey sormasına fırsat vermeden, acele adımlarla otobüs durağına doğru yollandı.
**********
Adresi bulması zor olmadı. Bindiği Belediye Otobüsünün şoförü, onu uygun bir yerde indirmiş ve yolu tarif etmişti. Sokağa girdiğinde, gideceği evin kapı numarasına bakmak için adres kâğıdını açarken, heyecandan ve soğuktan, ellerinin titrediğini fark etti. Hafif kar atıştırıyordu ve hava çok soğuktu. Sokak, az ileriden sağa doğru dönüyordu. Buluşacakları ev, hemen o dönemecin ilerisinde olmalıydı. Neden böyle bir yerde buluşuyorlardı ki? Yolun iki tarafında, altı üstü dükkân ve bürolarla dolu, iki-üç katlı evler ve iş hanları vardı. Gecenin bu saatinde, neredeyse hepsi kapalıydı. Şehrin bu kısmına ilk kez geliyordu Mustafa. Nasıl olup da şimdiye kadar buralara yolu düşmediğine şaşırdı. Buluşmak için, daha merkezi bir yerde, pastane falan daha uygun olurdu aslında. “Burası kendi evleri olmasın sakın?.. Ailesi ile mi tanıştıracak yoksa beni?..” diye geçirdi içinden. Bu düşüncesinden hemen vazgeçti. Öyle olsa adresi verirken söylerdi. “Oğlum, kız daha senin adını bile bilmiyor! Ailesine nasıl tanıştıracak?” diye düşündü, gülümseyerek…
Dönemeçten sonra, sokağın başka bir yüzüyle tanıştı. Bu kısımda da dükkânlar falan vardı ama yolun iki tarafında, farklı işyerleri de vardı. Tabelalarında rengârenk neonlar yanıp sönen, kapılarından pembe, mor, loş ışıklar süzülen yerlerdi bunlar… Buraların ne olduğunu, tabi ki hemen anladı Mustafa. Kendi ilinde de birkaç pavyon vardı. Hatta bir gece, köyden arkadaşlarıyla birlikte gitmişlerdi… Alkolle başı hoş değildi. İki şişe bira içti sadece. Önceden kararlaştırdıkları için, masalarına konsomatris kadın da kabul etmediler. İçeride çalınan müziğin, o korkunç, kulakları sağır eden gürültüsünü, ömrü boyunca unutmayacaktı. O geceden sonra, kimse Mustafa’yı bu tür yerlere götüremedi.
Adres kâğıdından, kapı numarasına bakarken, olayı biraz çözmüştü sanki. Galiba, o ışıklı yerlerden birine aitti elindeki adres. Hiçbir şey hissetmiyordu. Sadece, kalbinin üzerinde bulunan ağır bir taş… Yine de içinde zayıf da olsa bir ümit… Acaba?.. Belki… Kâğıtta yazan numarayı bulduğunda, son ümit kırıntılarını da kaybetti.
“Cubana Night Club” yazıyordu, kapının üzerindeki tabelada ve rengârenk ışıklarla çevrili bu tabelanın altında, aşağıya doğru inen bir ok işareti, dışarıya loş ışıkların süzüldüğü kapıyı gösteriyordu. Lise İngilizcesiyle, tabeladaki yazının anlamını çözmüştü. Dizlerinin titremesine engel olmaya çalışarak bir daha baktı kâğıttaki numaraya. Doğruydu… “Canan”ın verdiği adresteki numara, burasıydı. Canan, takma ismiydi mutlaka. Gerçek ismi kim bilir neydi?..Geri dönüp gitmeyi düşündü bir an. Sonra, onu durakta ilk gördüğü günkü görüntüsü geldi gözlerinin önüne. Elleri mantosunun cebinde, sade kıyafeti ve makyajsız yüzüyle, ciddi, vakur bir iyi aile kızı… Nasıl olabilirdi ki?.. Böyle bir kızın pavyonda ne işi olurdu? Şu anda hissettiği şey, şaşkınlık bile değildi. Sadece, boşluk ve duyumsuzluk… Sonra, kararlılıkla kapıya doğru yöneldi. Onu, pavyondaki haliyle görmeden bu öykü bitemezdi.
Kaldırımdan iki-üç basamak inerek, kapıya ulaştı. Kapıyı açtığında ilk dikkatini çeken, tam karşıda üzerinde müzik aletleri bulunan küçük bir sahne ve sahnenin iki tarafında güçlü ses sistemleri… Sahnenin önünde, yine küçük bir dans pisti, pistin etrafında örtüleri ve sandalyeleriyle sade bir görüntü veren masalar… İçerisi sıcacıktı ve ışıl ışıldı. Duvarlar ve tavan, rengârenk loş ışıklar saçan lambalarla doluydu. Henüz program başlamadığı için, içerisi sessizdi. Sahnenin sağ tarafında, bir masada sohbet eden konsomatris kadınlar; sahnenin sol tarafında, duvar dibindeki Amerikan barın arkasında hazırlık yapan barmen; masaları düzenleyen garsonlar… İçeride, Mustafa’dan başka müşteri yoktu; bir de sağda, girişe yakın bir masada, arkası Mustafa’ya dönük, uzun sarı saçlı bir kadın; karşısında, kısa boylu, pala bıyıklı bir erkek… Kadının üzerinde, ışıkları yansıtan pullarıyla, mavi renkli parıltılı, kolsuz bir payet elbise; erkek, kot pantolon, boğazlı kazak ve üzerine mont giymiş… Masanın üzerinden birbirlerine eğilmişler, fısır fısır konuşuyorlar. Derken… Birdenbire… Kadın, iki elini masanın kenarlarına koyuyor ve doğrularak: “Ne mazereti ulan puşt!.. Bir gün değil, üç gün değil, tam 15 gündür yoksun!.. Ne çektim ben, o belediye otobüslerinde?.. Taksi tutsam ananın nikahını ister!.. Erken erken geldim her akşam, mecburen!.. Başlarım senin mazeretinden!..” diyor karşısındaki adama, bağıra çağıra…
Bu ses… Hiç yabancı gelmedi… Daha dikkatli baktı, kadına… Pavyondaki herkes, o masaya yoğunlaştığı için Mustafa’yla ilgilenen yoktu… Sola ileriye, iki adım daha attı… Şimdi, kadını yandan görebiliyordu… Narçiçeği rengi ruj… Takma kirpikler… Yüzündeki koyu makyaj… Bütün bunlara karşın, o koyu makyajın daha da belirgin hale getirdiği, çıkık elmacık kemiği ve yanaktaki belli belirsiz gamze… Evet, bu oydu galiba… O, uzun sarı saçlar da peruk olmalıydı. Kulağındaki küpeyi gördüğü anda, son şüphe kırıntıları da silindi… Onu, durakta ilk gördüğü zaman kulağında olan, daire şeklinde, gösterişli ve iri küpeydi bu… Artık hiç şüphesi kalmamıştı. Evet, Bu “Canan”dı…
Göreceğini görmüştü… Burada daha fazla durmanın, bir anlamı yoktu. Yavaşça geriye döndü ve kapıya yöneldi… Canan, o adama halâ bağırıp duruyordu: “Bana bak ulan pezevenk!.. Ya gelir, beni her akşam evden alırsın, ya da siktir olup gidersin!.. Peşimde ne kravatlılar, ne müdürler var!.. Birini dost tutarım, şu pavyonun kapısından içeri adım attırmam sana!..“
**********
Dışarı çıktığında, kar biraz artmıştı. Kabanının kürklü yakasını kaldırdı, en üst düğmesini ilikledi, kürkün yumuşaklığını ve sıcaklığını boynunda hissetti; ellerini cebine soktu, omuzlarını kaldırdı ve ana caddeye doğru yürüdü. Üzgün olmadığını fark etti birden. Şaşırdı. Onu, durakta ilk gördüğü andan bu güne… Hayatının, duygusal yönden belki de en hareketli dönemini yaşamıştı. Uykusuz geceler geçirmiş, ruh gibi dolanmıştı sokaklarda, günlerce. Heyecanla yollarını gözlemiş, o soğuğa aldırmadan, saatlerce onu beklemişti. Hayatında hiç kimseden duymadığı kadar ağır, sert sözler duymuş, hakarete uğramıştı. Şimdi… Bütün bunlara karşın… Tuhaf bir şekilde… Hiçbir şey hissetmiyordu… Üzüntü, hayal kırıklığı, kızgınlık, pişmanlık… Kafasında hiçbir olumsuz, kötü düşünce yoktu. Hatta garip bir huzur duygusu kaplamıştı içini. Hayret etti… Demek ki, bu kadar yoğun yaşanan bir duygu, bu kadar kötü de bitse; insan huzur duyabiliyordu. “Peşimde ne kravatlılar var!” demişti… Anımsayınca sesli sesli güldü… Evet, bitmişti… Fenerbahçeliliği aklına geldi birden: “Artık önümüzdeki maçlara bakacağız” dedi, gülümseyerek. Unuttuğunu sandığı o cümle, yeniden beyninin içinde dönmeye başladı: “Daha zamanı var! Daha Zamanı var! Daha zamanı var!………”
Ali Şefik ARSLAN
15.03.2020
Bir cevap yazın