Onu tanıdığımda Ankara üniversitesi siyasal bilimler fakültesi sonuncu sınıf öğrencisiydim. Yaz tatili için memleketim Çeşme’ye gelmiştim. Yoğun bir öğretim yılının yorgunluğundan kurtulmaya çalışıyordum. Bunun içinde arkadaşlarla beraber gündüzleri tekneyle denize açılıyor; akşamları da serin sokaklarda, sahil kenarlarında başımı dinliyordum.
Zehra ile tanışmamız ise gündüz yapılan tekne turlarından birinde olmuştu. Her zaman ki gibi evimden sırt çantamla birlikte çıkmıştım. Tekne turuna katılmak için okul durağından sahile doğru ilerliyordum. Güneş yeni yeni kendini gösteriyordu. Buna rağmen hava yinede soğuk sayılırdı. Hatta üşüdüğümü bile söyleyebilirim o an. Zaten Çeşme’nin en sıcak zamanları bile hep rüzgarlıdır, soğuktur. Ve bu yönüyle ön plana çıkmıştır. Çeşme’yi Çeşme yapan diğer bir özellik ise Damla sakızlı ürünlerdir. Mesela damla sakızlı muhallebi, restoranların en çok tercih edilen tatlılarındandır. Dondurma ve şekerlemeleri de ayrı bir tat olarak göze çarpmaktadır.
Bende bu damla sakızlı kokulara bürünmüş Çeşme sokaklarında ağır adımlarla yürümeye devam ederken kalabalık insan gruplarıyla karşılaşmaya başlamıştım. Her yer karınca gibi insanlarla doluydu. Sanki Çeşme hiç uyumuyordu. Ne zaman dışarıya çıksa insan, hep kalabalık gruplarla karşılaşıyordu. Özellikle akşam saatlerinde iğne atsan yere düşmeyecek türden bir hal alıyordu. Sahili, çarşısı, meydanı, kale civarı… Sanki bütün ülkeden veya dünyadan insanlar bir araya gelerek Çeşme’de toplaşmaya sözleşmiş gibiydiler. Fakat yaz günlerinin yoğunluğunu kış ve bahar aylarında görmek zordur. Yerli halk dışında kimsecikler kalmaz. Herkes Eylül’ün sonuna doğru akın akın göç edip gider Çeşme’den. O dolup taşan, birbiriyle yarışan mekanlarda bir bir kapanmaya ve kış mevsiminin sessizliğine bürünmeye başlarlar. Hele Hele Aralık, Ocak aylarında sokak hayvanları dışında kimseler bulunmaz.
Sonrasında bir kaç baba dostu esnafla karşılaşmış, hal hatır sohbetinde bulunmuştum. Çok babacan insanlardır Çeşme’nin yerli ve eski esnafları. Sohbet canlısıdırlar bir kere. Konuşmaya, anlatmaya çok meraklıdırlar. Sıcak kanlıdırlar, güleçtirler, medenidirler. İzmir’in izlerini taşıdıklarını ilk görüşte belli ederler. Çeşme’de onların yanında hiç kimse yabancılık çekmez. Herkes kendi doğduğu memleketine gelmiş gibi hisseder. Öylesi sıcak bir yerdir yani. Herkesin kendince mutlu olabildiği, aradığını bulabildiği içten farklı bir diyardır Çeşme. Kim bilir belki de bu nedenle huzur buluyorumdur burada.
Çarşının sonuna geldiğimde de banka ATM’lerinin bulunduğu tarafa geçerek kuyruğa girmiştim. Bankamatikten kalan paramı çekip marketten alış veriş yapmam gerekiyordu. Zira öğrenci olmam dolayısıyla idareli davranmam lazımdı. Ailemin durumu belliydi. Bu yüzden zengin gençleri gibi uçuk harcamalar yapamazdım. Sonrasında da buluşma noktamız olan Çeşme’nin belediye meydanına çıkmıştım. Burası bizim gibi yerli halk için çok şey ifade ederdi. Akşamları elimizde çiğdemlerle meydan ışıkları altında dedikodu yapmak, günün yorgunluğundan kurtulmak en büyük zevklerimizdendi. Çiğdemlerin yerini bazen damla sakızlı dondurmalar, bazen de diğer kuruyemiş çeşitleri alırdı. Kahve bahane, sohbet şahane derler ya hani; bizim yaptığımızda tam olarak buydu işte. Çiğdem yada damla sakızlı dondurma, sıcacık sohbet ve keyifli saatler… Böylesi bir ortama paha biçilemezdi.
Ayrıca Çeşme Belediye Meydanı, bir buluşma noktasıydı. Herkes burada toplanır; arkadaşlar, eşler, dostlar, sevgililer burada bir araya gelirdi. Çeşme halkının en uğrak yeriydi belki de. O günde arkadaşlarımla bu meydanda buluşarak sahile indik, açılmak üzere olan tekneye giriş yaptık. Yine Ege tüm çekiliğiyle masmavi görünüyordu gözüme. Hatta biraz hüzün bile kokuyordu. Bence Ege’de olmak, Ege’de yaşamak bir farktı, bir şanstı. Sonra kendimize uygun bir yer seçerek yerleşmeye başladık. Tam şezlonga uzandığım sırada da bütün dünyanın ayağımın altından çekildiğini hissettim. Başım dönmüş, bulunduğum yerden düşecek gibi olmuştum. Zira onu görmüştüm. Yani Zehra’yı. Yani aşkımı. Yani ömrümün diğer yarısını, sevdiceğimi.
Onu gördüğümde sanki bir anda uzaya fırlamıştım. Kendimden geçmiş, geçici bir ölüm yaşamıştım belki de, bilmiyorum ki. Bildiğim tek şey, onu ilk gördüğüm andan itibaren sevda kuyusunun derinliklerine düştüğümdü. Ne hissettiğini fazla gizleyebilen biri olamadığım içinde hemen dikkatleri üzerime çekmiştim. İlk kez bir kızla böylesi yakından ilgilendiğim için maskaraları olmuştum arkadaşlarımın. Zaten çocukluğumdan beri hiç gizleyemezdim duygularımı. Hemen yansıtırdım. Üzgünsem üzgün, kızgınsam kızgın, mutluysam mutlu… Onlarda bu halimi bildikleri için dalga geçme merasimini kısa tutarak hemen anlatmaya başlamışlardı. Kızın ismi Zehra’ydı. Öğretmen bir ailenin en küçük kızıydı. İki ablası vardı. Ailecek bir yıl önce Çeşme’ye yerleşmişlerdi. Ailelerinden kalma bir yazlıkta yaşıyorlardı. Mütevazi tiplerdi yani. Ayrıca Hakan’ın kapı komşusuydu. Bu münasebetle de hemen tanışmamıza yardımcı oldu. Ve gün boyu birlikte vakit geçirerek denizin, güneşin, Çeşme esintisinin tadını çıkardık.
Aslını söylemek gerekirse, onu ilk gördüğüm andan itibaren hayatımın aşkı olacağını biliyordum. Çünkü her geçen saat, her geçen dakika ona daha çok bağlanıyor, daha çok seviyordum. Birlikte olamadığımız zamanlarda bile onu yaşıyordum. İçimde sonsuz bir aşk, deli bir sevda, körü körüne bir bağlılık vardı. Onsuz geçirdiğim tek bir saniye dahi olsun istemiyordum. Tüm dünyam ona endeksliydi sanki. Varsa Zehra, yoksa Zehra’ydı yani. Hatta öyle ki; bir çok defa ilk karşılaştığımız tekneye gitmiş, sırf onun güzel ayaklarının orada yürümüş olduğunu bildiğim için eğilip güvertesini öpmüşümdür. Bana karşı aynı duyguları hissediyor muydu bilmiyorum. Ama tahminlerim doğruysa eğer, beni iyi bir arkadaş ve sıkı bir dost olarak görüyordu. Son derece iyiydi, nazikti. Benimde hiç bir şikayetim yoktu bu durumdan.
Sonra günler haftaları, haftalar ayları kovalamıştı. Bir müddet sonunda da onun başka biriyle birlikte olduğunu öğrenmiştim. Pek tabi ki hoşlandığı biriyle birlikte olacaktı. Benim gibi yakışıklılığı, parası pulu olmayan biriyle bir arada olacak değildi. Ona sağlayabilecek hiç bir şeyim yoktu. Param, evim, her hangi bir meziyetim bulunmuyordu. Hiç bir şey veremezdim yani. Sadece kuru kuruya bir aşkım vardı elimde; birde ondan başkasını görmeyen deli yüreğim… Zaten aşk denilen şeyde çok sevenin acı çektiği, sol yanının darma duman olduğu katran karası bir yürek yanılması değil miydi. Sahi gerçekten aşk bir yürek yanılgısı mıydı acaba. Etten kemikten yaratılmış birine körü körüne bağlanmak, sadakat göstermek, ondan başkasına değer verememek miydi. Bütün karşı cinslere hissedilebilecek hislerin sadece o insana karşı tavan yaptığı durumlara mı aşk deniyordu. Yoksa psikolojik bir açlığın getirdiği doygunluk hissine ulaşma arzusu muydu. Belki de anlam karmaşası oluşturan bir kavramdı kim bilir. Kim bilebilirdi gerçek aşkın ne olduğunu, neye benzediğini, nasıl anlatılabileceğini.
Hani mutluluğu zehir olan insanlar vardır ya; karanlığın içinde acı çeken , kıvranan… Ne yediğini, ne içtiğini bilmeyen hani. Yürekleri rehin kalan, tüm organları kan ağlayan, hatta simsiyah sözcüklerle isyan eden… İşte bende Zehra’nın başka biriyle birlikte olduğunu öğrenince böylesi karma karışık bir hale dönüşmüştüm. Ve içinde bulunduğum bu çaresizlikle bir köşeye sinip ağlaya ağlaya kaderime isyan ediyordum. ”Nolur gitme. Yalvarıyorum sana gitme. Anla ve yardım et sol yanıma. Bırakma beni kahrolası dünya denen bu cehennemde. Ne olur bırakma beni sensiz. Bırakma kördüğümlerde, sessiz depremlerde. Ne olur terk etme bu kavrulduğum ıssızlıkta. Mahvetme sensizliğin engin derinliğinde. Vuslat böylesi bir şeyse eğer istemiyorum, inan. İnan sadece ama sadece seni istiyor, sana doluyorum.”
”Sana doluyorum derken de sözde değil inan. Hani bir kazan kaynar ya fokur fokur; her yerinden taşar kızgın alevleriyle. Her yere kızgınlığıyla zarar verir. İşte öylesi derin, engin, tarumar bir sızıyla sana birikiyorum ben. Kime anlatmalıyım, kime dert yanmalıyım, yada kim ne anlamalı biriktirdiklerimden bilmiyorum. Herkes sustu acım karşısında. Tek söz eden olmadı. Sadece meyler ortak oldu. Rakı, bira, votka… Ne demişti Tanju Okan, ‘Onlarda terk ederdi olmasa param…’ Acaba gerçekten terk eder miydi. Yalnız bırakırlar mıydı bu dermansız dertle. Sanrım bırakırlardı. Gözümün yaşına bile bakmazlardı. Zaten onların derdi de para değil miydi. Elbette yok olacaklardı herkes gibi. Herkes gibi, sessiz sedasız terk edeceklerdi. ”
”O zaman kime inanacaktı bu yürek. Kime sadakat gösterecek, kimi anlayacaktı. İşte bu sorunun cevabını bulunduğum anda da güzel günlere, ışıklı günlere az kalmış olacaktı, eminim. ”
O ara birde Nazım Hikmet’in ”Sen Benim Sarhoşluğumsun” isimli şiiri dilime takılmıştı. Ve çok geçmeden Zehra ile özdeşleşmişti.
SEN BENİM SARHOŞLUĞUMSUN
Sen benim sarhoşluğumsun
Ne ayıldım
Ne ayılabilirim
Ne ayılmak isterim
Başım ağır
Dizlerim parçalanmış
Üstüm başım çamur içinde
Yanıp sönen ışığına düşe kalka giderim
NAZIM HİKMET
Günler sonra, avare avare gezinirken yine ona rastlamıştım. Ve aradaki görüşmediğimiz günleri saatlere sığdırarak her konudan konuşmuştuk. Zehra çekinmeden yaşadığı her şeyi anlatmıştı bana. Duyduklarımsa resmen şaşkınlık vericiydi. Öyle ki sevgilisi denen ayağının altındaki değersiz halı kadar bile olamayacak adi herif, sevdiğim insana, benim için dünyanın en değerlisi olan kıza şiddet uyguluyordu. Elini tutmaya kıyamadığım sevdiğime şeref yoksunu gereksiz el kaldırıyordu. Hem de işkence boyutlarına varacak derecedeydi bu durum. Öğrendiklerimle mahvolmuştum. Hatta kızgın bir volkana dönüşmüştüm. Ve artık Zehra’ya gizlediğim bütün duyguları açık açık anlatma vaktinin geldiğini fark etmiştim. Tam kalkacağı sırada da kolunu tutarak konuşmaya başlamıştım.
”Zehra bir saniye sözümü kesmeden beni dinler misin. İçimdekileri sana anlatmadan hiç bir yere bırakmıyorum bu sefer. Zira sen benim hayatımda gördüğüm, tanıdığım en güzel şeysin. Sen benim ruhumsun, benliğimin diğer yarısısın, ömrümsün. Sen olmadan nefes dahi almakta zorlanıyorum ben.”
”Seni gördüğüm o ilk an var ya; dona kalmıştım bulunduğum yerde. Birden nasıl olduysa yüreğime dokunmuş, nutkumu kesmiştin. Karşında dut yemiş bülbül gibi kalakalmıştım. Galiba o an çarpılmıştım ben sana. Galibası yok; kesinlikle çarpılmış, aşık olmuştum. Seviyorum işte seni, çok seviyorum. Hem de köpekler gibi delicesine çok… Her şeyden, herkesten vazgeçecek kadar çok… ”
”Ben basit biriyim inan. Anlıyor musun basit biriyim. Yanına sokulamayacak kadar, içimde biriktirdiklerimi anlatamayacak kadar basit… Ve bu yüzden konuşamadım günlerdir. Anlatamadım derdimi. Artık her şeyi bildiğine göre de ne olur anla beni. Yardım et bu aşkına bulanmış deli adama. Sabahları uyandırdığımda ilk seni göreyim mesela. Saçlarına dokunarak uyandırayım seni. İlk senin sesini duyayım. Sonra ekmeğine reçel süreyim. Sende bana çay yapsan. Kısaca biz olsak yani. Birlikte olsak, evlensek. Ne dersin güzel sevdiğim evlenir misin benimle.”
Zehra sözlerimi bitirdiğimde şaşırmamıştı. Yani duygularımdan haberdar olduğu kesindi. Bundan aldığım cesaretle de sevgilisi için ne düşündüğünü sordum. Zehra bu soru üzerine önce durgunlaştı, sonra kaşları çatıldı. Başını hışımla kaldırarak ondan nefret ettiğini söyledi. Hatta elinden gelse öldürmeye bile niyetli olduğunu anlattı. Bende yaşadığım bu huzur dolu heyecanla yanımda kalmasını rica ettim. Oda hiç düşünmeden kabul etti. Ve eşyalarını toplayarak yanıma geldi. Kısa bir süre sonrada evlenerek birlikte yaşayacağımız hayatın ilk adımını atmıştık.
Bir cevap yazın