Gaddarca Ama Komik Bir Hata
“Hepimiz insanız torunum. Hepimizin zaafları, zayıflıkları var. Peygamberlerin bile hataları olmuştur.
Mükemmel insan yaratılmamıştır henüz. Hele de gençken… Herkes hata yapar… ”
“Tamam da dede, hatalarımızın cezasını çekmeyelim mi? Yaptığımız yanımıza kâr mı kalsın?”
“Bu, hatanın büyüklüğüne göre değişir. Küçük hatalar vardır, gülümseyerek geçiştirilir. Biraz daha
büyük hatalarda; hata yapan kınanır, bir daha yapmaması için uyarılır. Daha büyük hatalarda, ufak
tefek cezalar verilir. Bir de suç kapsamına giren hatalar vardır ki o hataların affı olanaksızdır. Onlara,
yasalar gerekli cezayı verir. Şimdi… Eğer yaptığın hata çok özel değilse… Bize açıklayabileceğin bir
şeyse, anlat bakalım. Dinleyelim. Belki bir yararlı öğüdümüz olur.
“Hüseyin var hani?.. Sen tanıyorsun onu. Kasap Hayri amcanın oğlu… Ha bire benimle uğraşıyor…
Arkadan enseme vurur, saçımı çeker, kızların yanında benimle dalga geçer… Geçenlerde yine
oturduğu sıradan, kafama silgi fırlattı. Botanik dersindeyiz… Hoca tahtada bir şeyler yazıyor. Arkası
bize dönük olduğu için görmedi. Birden, çok sinirlendim ve: ‘Hocam! Bu Hüseyin var ya, kopyacının
teki!.. Son sınavdan doksan aldı ama sıranın üzerine yazdığı kopyalar sayesinde. İsterseniz bakın’
dedim. Hoca, Hüseyin’in sırasındaki yazılı kopyaları gördü ve: ‘Bak Hüseyin! Seni direk suçlayamam.
Belki bu yazılar eskiden kalmadır ama başka bir şey yapabiliriz: Sen şimdi tahtaya kalk, seni bir sözlü
yapalım; ikna olursak yazılı notun geçerli olur, olmazsak sıfırı alırsın’ dedi. Tabi sonuçta Hüseyin’in
tıntın lığı ortaya çıktı ve sıfırı aldı. Önce çok hoşuma gitti… Hüseyin’i zor duruma düşürmüş ve öcümü
almıştım. Ayrıca, artık dargın olduğumuz için, eskisi gibi bana takılamıyordu. Rahatlamıştım… İlk
birkaç gün iyiydi ama sonra fikrim değişti. Şimdi, yanlış yaptığımı düşünüyorum. Hata ettim… Ne
olursa olsun, arkadaşımı satmamalıydım…“
“Bak benim yakışıklı torunum!.. Önce şu konuda anlaşalım: Öncelikle, burada hatalı olan arkadaşın.
Kopya çekmek, hile yapmak, kurallara aykırı davranmak suçtur ve herkes işlediği suçun cezasını
çekmelidir. Senin hatan, arkadaşını gammazlamaktan ziyade onun kopya çekmesine engel
olamamaktır. “
“Dede! Sen Hüseyin’i bilmiyorsun! O, öyle laf söz dinleyecek birisi değil! Dik kafalının teki! Ona:
‘Kopya çekme!’ desen, seninle kavga eder!”
“Haklısın! Bu tipleri ben de çok tanıdım. Nuh der, peygamber demezler. Onlara laf anlatmak zordur.
Yine de senin hatanı biraz azaltalım. Şöyle düşün: Onu gammazladığın için, sınıfta kopya çekilmesi
biraz da olsa azalacaktır. Bu da senin için biraz teselli olsun.”
“İşte bu lafını tuttum dede! Biraz rahatladım. Bu arada bir itirafta bulunayım: Arada sırada o kopya
illetine bu torununun da bulaştığı olmuştur yani…”
“Vay çakal torun vay! Demek sen de kopya çektin?”
“Ortaokulda ve lisenin ilk yıllarında birkaç kere oldu. Şimdi yapmıyorum. Önümüz yıl lise bitecek.
Üniversite sınavını da kopyayla veremeyeceğimize göre, çok çalışmak lazım.”
“Aferin evlat!.. Akıllı torunum benim!.. O zaman bir itiraf da benden: Dedenin bile kopya çekmişliği
vardır zamanında. Hem de İmam Hatip Okulunda.
”İmam Hatip Okulunda mı? İyi ki çarpılmadın!..”
“Çarpılmadım ama çok korktum!.. O dersten sınıfı geçtim geçmesine de yılsonuna kadar dersin
hocasının yüzüne bakamadım…”
“Dede, sen de az değilmişsin. Okulda kopya çektiğine göre, imamlık yıllarında da ne yaramazlıklar
yapmışsındır kim bilir?”
“…”
“Sustuğuna göre, bir şeyler var… ‘Eğer yaptığın hata çok özel değilse… Bize açıklayabileceğin bir
şeyse… Anlat bakalım… Dinleyelim… Belki bir yararlı öğüdümüz olur…’ derim ben!..”
“Vay!.. Demek bizim lafımızı bize satıyorsun!.. Zevzek torun!.. Pekala!.. Ben de sana bir hatamı
anlatayım. Her hatırladığımda, hem güler hem hüzünlenirim. Eskilerden kalma bir anı. Şimdiye kadar
kimseye anlatmadım. İlk kez sen duyacaksın. Mesleğimin ilk yıllarında yaptığım, çok komik ve bir o
kadar da gaddarca, haince bir kötülük…”
“Şimdi çok merak ettim işte… Hem gaddarca, haince; hem de komik… Nasıl oluyor ki?.. Hadi anlat da
dinleyelim dede.”
“Tayin olduğum köy, ilçeye bayağı uzaktı. Küçük, -40 hane falan- kendi halinde bir köy… İnsanları
Buğday, arpa eker, hayvancılıkla uğraşır, kendilerine yetecek kadar sebze yetiştirir… Fazla dindar
oldukları söylenemez ama Allah için bana karşı saygıda kusur etmezler. Gerçi, küçük bir cami var da
cemaat pek yok. Cuma namazlarında bile ya bir sıra ya iki sıra cemaat oluyor. Diğer zamanlar 3-5
kişiye namaz kıldırıyorum.
Maddi yönden bir sıkıntım yok. Gerçi, köy küçük olduğu için fazla cenaze kaldırmıyoruz; cenaze
evinde Kur’an okumak, mevlit vermek de ona göre… Ek gelirim çok değil ama yine de aldığım maaş
fazla bile geliyor. Köy yerinde ne masraf olacak ki? Sebzeye, tavuğa, yumurtaya para vermiyoruz.
Uzak olduğu için şehre de fazla gitmiyoruz, ihtiyaçlarımızı gidip gelene ısmarlıyoruz. Evliliğimin ilk
yılları… Baban, henüz 1 yaşında yok… Sahibi Almanya’ya çalışmaya giden birinin boş evine yerleşmişiz.
Adam bizden kira istemediği gibi, evindeki eşyaları bile bize bıraktı. Evin bahçesinde, babaannen
sebze yetiştiriyor; küçük bir tavuk kümesi bile yaptık oraya… Velhasıl mutlu mesut yaşayıp gidiyoruz. “
“İyiymiş vallaha dede… Ekmek elden su gölden… Dert yok tasa yok… Ben anlamadım şimdi: Bu kadar
sorunsuz yaşarken, ‘gaddarca, haince ve de komik’ anı nasıl ortaya çıkacak?..”
“Haklısın, dert yok tasa yok ama bu olgun insanlar için geçerli. Benim, delikanlı çağlarım… Her ne
kadar evli, çoluğa çocuğa karışmış da olsam, köyün imamı da olsam, serde gençlik var; sen nasıl
arkadaşına kızıp onu cezalandırdıysan ben de aynen öyle, Mustafa amcadan hırsımı aldım işte…”
“Mustafa amca da kim?”
“Mustafa amca köyün en yaşlı adamı… Uzunca boylu, zayıf, kara-kuru bir ihtiyar. Bembeyaz saçları ve
sakalına rağmen, hiç de yaşlı görünmez. Kafasında bir şapka, elinde bir girebi… Bu arada, sen şimdi
girebi nedir diye sorarsın; hemen anlatayım: Girebi, dal kesmek ve özellikle tarla, bahçe kıyılarını çalı-
çırpıyla kapatmak için kullanılan, ucu aşağıya doğru hafif kıvrık, küçük bir baltadır. Mustafa amca,
elinde bir girebi, akşama kadar o bahçe senin, bu orman benim sürekli dolaşır. Herkese yardım eder.
Köylü onu sever ve sayar. Aslında benim de sevdiğim, saydığım biriydi ama bir hareketi çok zoruma
gidiyordu.”
“Bu tatlı ihtiyar, ne yaptı da seni kızdırdı, hepten merak ettim şimdi?”
“Ne yapacak, her sabah camiye, namaz kılmaya geliyordu…”
“Camiye namaz kılmaya gelene kızılır mı dede?”
“Kızılmaz tabi ki ama ben her sabah, yalnızca ona namaz kıldırıyordum ve bu yüzden uykusuz
kalıyordum. Dediğim gibi, baban o zamanlar ufak… Geceleri ağlıyor, uyku bölünüyor… Sabah da
namaz için erken kalkınca… Bir kişi de olsa, mecburen sabahları kalkıp ezan okumak ve o bir kişiye
namaz kıldırmak zorundasın. O gelmese, namazı kendi kendime daha geç bir saatte kılıp sabahları
daha fazla uyuyabilecektim. Her sabah, tek başına camiye geliyordu ve namazı sadece ikimiz
kılıyorduk. Bu da benim çok zoruma gidiyordu.”
“Eyvah! Mustafa dedenin başına kötü şeyler gelecek galiba!”
“Aslında ben, uykusuzluğa alışmıştım biraz… Namaz aralarında vakit bulabilirsem gündüz uykusu
uyuyordum, yatsıyı kıldırdıktan sonra erkenden yatıyordum; idare ediyorduk vaziyeti. Ta ki… Bir
sabah… Mustafa amca yanında başka bir ihtiyarı daha namaza getirince… Ki, bu ihtiyar bir de üstüne
üstlük, topal… Koltuk değnekleri yanında, caminin duvarına yaslamış… Mustafa amcaya misafirliğe
gelmiş, o da onu almış sabah namazına getirmiş… Tepem attı!.. Çok sinirlendim!.. Namazın sünnetini
kılıyorum ama aklım arkamdaki iki ihtiyarda… O anda, şeytan birden beynimin içine giriverdi!.. Hiç
yapmamam gereken bir şey yaptım.”
“Ne yaptın adamlara dede?..”
“Dur oğlum!.. Korku filmine çevirdin hikâyeyi. Ne yapacağım adamlara? Baştan dedik ya: “Hain,
gaddar ama aynı zamanda da komik…”
(…)
“Sabah namazının farzı için imam yerine geçtim, “Allahu Ekber” dedim ve namaza başladık. Göz
ucuyla iki ihtiyarı izliyordum. Tam arkamda saf tutmuşlar, şapkaları ters çevirmiş ve ellerini
bağlamışlardı. O anda gözüme çok zavallı göründüler. Yine de yapacağım şeyden vaz geçmedim.
Mustafa amcaya bir ders vermem gerekiyordu. Beni çok kızdırmıştı. Bu güne kadar uyuyamadığım
bütün sabah uykularımın intikamını alacaktım.”
(…)
“İlk rekatta Fatiha’yı okuduktan sonra, zammı sure olarak bir Yasin patlattım!..”
“Yasin?.. Hani şu, cuma akşamları ölülerimiz için okuduğun… Uzun mu uzun…”
“Evet! Aynen o… Seksen üç ayet, yedi yüz yirmi yedi kelime… İnsan, oturarak dinlerken bile yorulur.
Ben onu baştan sona okudum. Sürenin sonuna geldiğimde ikisi de hafiften sallanmaya başlamıştı ama
bu rekâtı düşmeden tamamladılar. İkinci rekât için kalktığımızda, Fatiha’nın peşine bir Yasin daha…
Tabi ki bu rekâtı ikisi de bitiremedi. Ben Yasin’in yarısına gelmeden biri sağa biri sola… İkisi de yıkıldı…
İki seksen uzandılar…”
“O günden sonra, Mustafa amca bir daha sabah namazına gelmedi. Benim kızgınlığım hemen geçti ve
yerini derin bir utanca bıraktı. Mustafa amcanın yüzüne bakamıyordum. Köy yeri… Bir gün
rastlamazsan diğer gün rastlıyorsun. Onu her görüşte utançla başımı öne eğiyordum. O, sanki beni
görmemiş gibi, başında şapkası, omuzunda girebisi, yanımdan geçip gidiyordu. Daha sonra tayinim
çıktı ve başka bir köye gittim. O köyden ayrılana kadar, Mustafa amca benim yaptığım bu eşekliği ne
yüzüme vurdu, ne de köyden başka birine anlattı. Ben de hiç kimseye anlatmadım tabi. Hep, içimde
kaldı. Sadece, her aklıma gelişinde yaptığım gaddarlıktan utandım. Utandım utanmasına ama o iki
ihtiyarın, biri sağa diğeri sola yıkılışını her hatırladığımda da gülmekten kendimi alamadım.”
10.02.2020
Bir cevap yazın