Durak Dayı ihtiyarlasa da inatla gülümsemekten vazgeçmeyen, az gören gözleri ile dünyaya hep yeşil yeşil bakan şirin mi şirin kasaba sakinlerinden birisidir. Her sabah elinde ki bastonuna tutunarak, küçük adımlarla köyün kahvesine gelir, gözüne kestirdiği tanıdığı bir iki ahbap bulursa onunla dertleşir, sonra okey oynayanların yanına gelir ve boş bulduğu bir sandalyeye gülümseyerek oturur ve ardından hep aynı cümleyi kurardı:
-“-Bana bir çay getir evladım .”
Kendisiyle konuşanlarla tatlı tatlı konuşur, okey oynayanları seyrederdi. Sıcak havalarda da çoğu zaman dışarıda oturur geleni geçeni seyrederdi. Yüzünde hep hüzünle karışık bir gülümseme olurdu. Görmüş geçirmiş bir ihtiyar edasıyla tebessüm ederek seyrederdi dünyayı. Belki de can sıkıntısı için kendini bir şekilde oyalayıp zaman tüketme derdinde diye, düşünürdüm bende hep. Kahvenin hemen yanında kasabanın fırını olduğu için o sabah fırına ekmek almaya gelmiştim. Henüz saat bana göre çok erkendi. Oysa ihtiyarlar için neredeyse öğle olmak üzereydi. Bugün yine okey oynayanlar emekli olup evinden bir an önce çıkmak için çabalayan, kendilerince vakit öldürmek için ya da ev temizliği sırasında hanımlarının ayakaltında dolaşmasını istemediği beyler yavaş yavaş geliyordu kahveye. Durak Dayı bana bakıp kafasıyla otur işareti yaptı.
-“Gel otur bakim ne oldu okul bitti mi şimdi senin” dedi?
-“Bitti Durak Dayı,” dedim.
-“Eeee ne oldun şimdi peki” ?
-“Felsefe öğretmeni oldum Durak Dayı.”
– Felsefe mi o ne demek?
Ona uzunca anlatmaya kalktım fakat gözleri ile öyle anlamsız bakıyordu ki bana felsefeyi uzunca anlatmaktan vazgeçip:
-‘Şimdi Durak Dayı biz duvara vurarak bu duvar var mı yok mu bunu düşünmesini sağlayacağız çocukların’ dedim.
Yüzüne yine bilge bir gülümseyiş yerleştiriverdi. Duvara vurdu.
-“Bak tık tık ses geldi demek ki bu duvar varmış, bunun için 4 sene okunur muydu yavrum, başka bir şey okusaydın ya, “dedi.
Anlatamamıştım ihtiyara bir türlü. Tam o sırada başka bir amca :”Durak Abi ne yaptın çocuk onu istemiş okumuş bitirmiş” diye güldü. “ Öyle mahcup olmuştum ki bir türlü okuduğum bölümü bu ihtiyara anlatamamıştım. Hatta kahvede alay konusu olduğumu düşünmeye başladım.
İlgiyi kendi üzerimden çekme isterken can havliyle bir soru sordum Durak Dayı’ya:
-“Senin hikâyen nedir peki Durak Dayı anlatır mısın bana ?” dedim.
-“Anlatırım Yiğit yeter ki dinle. Ama bak belki yazarsın benim hikâyemi, hem duvarın var mı yok mu olduğunu düşünmekten daha kolay. Gerçekten var olan yaşanmış bir hikâyedir yaşamım, düşünmene de gerek yok Yiğit gerçek mi değil mi diye, dedi” bıyık altından gülümseyerek.
Gelelim bizim ihtiyarın hikâyesine. Bir evin bir oğlu derler bizim buralarda, tek erkek evladı olan ailelere. Bizim Durak Dayı’da tek çocukmuş. Başka hiç bacısı- kardeşi yok. Babası yoklukla mücadele eden sıradan bir Anadolu insanı. Azıcık büyüyünce Durak Dayı 15- 16 yaşındayken annesi dayısının kızı Sultan ile evlendirir. Erkenden evlenip evini barkını bilsin diye. Sultan Hala için burada şu ifadeyi kullanıyor kendisi: “ O benim dayımın kızıydı, ciğerimin köşesiydi, sarı sultanım diye severdim, keşke önce ben ölseydim, o ölmeseydi” diyor gözleri buğulanıyor, sesi titriyor, bastonunu bacaklarının arasına alıyor sağ elini sol elinin üzerine koyuyor, derin bir nefes çekiyor içine ve içinin acıdığı her halinden belli olan Durak Dayı adeta bastondan konuşmak için güç alıyor. Ekliyor konuşmasına Sultan Halan derdi ki : “ Önce ben ölürsem, sen perişan olun herif” önce o öldü, dedi. Sustu. Sustuk. Göz göze geldik. Acı çekiyordu belli ki ama bunun üzerinde fazla durmak da istemedi.
Devam ediyor konuşmaya: “ İkinci Dünya Savaşı’nda sonra Alman Hükümeti duyuru yapıyor, çalışacak adam kalmayınca işçi göçü başlıyor Almanya’ya 1960’ların başında. Ama o zamanlar sizin şu kullandığınız internet falan yok tabi, televizyon, telefon yok. Neyse mektupla haberleşiyoruz. Almanya’ya gitmek için, bende gittim adımı yazdırdım listeye. Bizi soydular bir güzel muayene ettiler. Muayenemizi olduk, sağlam raporu verdiler. İşlerimizi hallettik. Gitmek için hazırlanmaya başladık. Tabi hazırlanmak derken nereye gideceğimizi bilmiyoruz, Almanya’ya işçi olarak gideceğiz sadece bildiğimiz o Yiğit’im. Koskoca hükümet bizi hem çağırıp hem de perişan etmezdi herhalde! Hem de gâvur bunlar her şeyin en iyisini onlar yapar. Götürdükleri işçileri perişan edecek değildi ya koca Alman hükümeti! Bunu göze alarak hanımla akrabalarla, eşle dostla helalleşiyoruz tam o sıralarda buralarda da bir dedikodu çıktı :“Almanlar oraya giden Türklerden sabun yapıyormuş” diye. Korktum benim gibi iki üç arkadaş daha varız ama ne yapacağız evde çoluk çocuk ekmek bekliyor, burada ki tarlalar yetmiyor. Bir iki kişi: “ olur mu yahu öyle şey en azından hepimiz birden gitmeyelim bir iki kişi seçelim, onlar önden gitsin, sabun yapmıyorlarsa Türklerden, bizde peşinizden geliriz.” Neyse Yiğit’im biz aldık tahta bavulları elimize, düştük gurbetin yoluna. Çocuklarımızı anneleriyle ve kaderleriyle baş başa bırakıp çalışmaya gittik. Niyetimiz azıcık para kazanıp, tarlamız için traktör parasını biriktirip geri dönmekti sözde köye, biz bir gittik kırk sene kaldık evladım orada.
Biz üçüncü sınıf bir trenle benim gibi Anadolu’nun dört bir yanından gelenlerle Almanya’ya vardık. Vardık ama iş orada bitmiyor ki! Biz köyün dışına hiç çıkmamış askerliği dışında hiçbir yer görmemiş genç delikanlılarız o vakitler, Almanya’nın dilini dişini bilmeden gelmiştik. Dolaşıyoruz, kendimizce tespitler yapıyoruz. Sabun yapıyorlar mı bizden en çok onu merak ediyoruz? Ya bizi de yakalayıp sabun yaparlarsa diye nöbetleşe uyuyoruz. Berlin’in sokaklarında dolaşıyoruz. Sonrasında hiç unutmuyorum arkadaşım Veli ile öylesine acıktık ki ne yapsak bilmiyoruz. Sonra Veli dedi ki:
-“Gel Durak gel şurada bir lokanta var gidek oturak belki Türkçe bilen birini buluruz.”
Gittik oturduk ama garsonla bir türlü anlaşamıyoruz. Öylesine acıktık ki adam bizi anlamıyor biz onu anlamıyoruz en sonunda arkadaşım birden lokantada tavuk taklidi yapmaya başladı :“gıt gıt gıdak” diye, onun üzerine garson bize tavuk getirdi de ilk defa o gün orada, günlerce açlıktan sonra karnımızı doyurabildik. Sonra yerleştik. Hepimizi farklı yerlere, farklı fabrikalara verdiler çalışmamız için. Biraz zaman geçti, alışmaya da başladık ama yine de memleket gibi olmuyor ki burnumuzda tütüyordu memleket kokusu. Bir kâğıt kalem bulunca da yazma bilen bir Türk arkadaşa mektup yazdırdık. Burada: “Almanların sabun yapmadığını, gelmek isteyen akrabaların ismini listeye yazdırmasını” eşe dosta selam etmeyi eklemeyi de unutmadık işte öyle böyle derken yıllarca kaldım gurbette. Sonra sırasıyla karımı, çocuklarımı götürdüm, bir tek büyük oğlumu götüremedim Almanya’ya. O burada okuyordu o vakitler.
Ve işte öyle böyle derken Yiğit’im şimdi tam seksen dört yaşındayım ve tekrar köyüme dönüp ölümü bekliyorum. Bir ömrün karşılığı bir ömür harcamış olduk. Çocuklarımın hepsi evlendi barklandı, torun torba sahibi oldum. Almanya’ya giderek doğru mu yaptık yoksa hiç gitmesek mi daha iyiydi bunun cevabını hiç bulamadım. Traktör almaya gittik kırk sene kaldık oralarda. Sultan Halan ölmeden önce altı ay burada, altı ay orada yaşıyorduk. Şimdi ben tek başıma kaldım oğul buralarda. Neyse ki oğul şimdi hem yaz mevsimindeyiz hem de bayram yaklaşıyor da çocuklar buraya evimize gelecek, evimiz yeniden neşelenecek, çocuk sesleri ile çınlayacak ortalık. Neyse Yiğit’im kusura bakma başını ağrıttıysam. Benim torunum da seninle aynı yaşta biliyorsun değil mi?
Durak Dayı hiç durmadan anlattı. Seksen yıllık ömrünü kısa bir zamana sığdırmaya çalıştı. Koskoca bir insan ömrü. Kim bilir neler sığdırmıştır seksen yıllık ömrüne deyip merakla dinledim hikâyesini. Her insanın hikâyesi beni oldum olası hep kendine çekmiştir. Ve ben, en çok hep böyle yaşlı insanların hikâyesini anlatırken birden bire, durup dururken ölmesinden korkarım. Yarım kalan cümleler korkutur beni hep. Söylenmeyen sözler, içi kırık cümleler, yenilmeyen son lokmalar, vedalaşamadan kaybettiğimiz insanlar, hoşçakalsız vedalar hep korkutur beni. İlle de bir romanı okur gibi; bir filmin sonu gibi bir son istemiyor mu insan ömrüne? Ve çoğu zaman mutlu son! Sahi insan ömrü hikâyeler olmazsa neye yarar? Hikâyeler olmasa insanı insandan farklı kılan ne olur ki? Aslına bakarsan insanların çoğunun hikâyeleri de yüzleri de hep birbirine benzer. Yanı başımızda duran insanları ve onların hayat tecrübelerini küçümsemesek belki de bizim hikâyelerimize bir tutam ışık tutar. Ama yok illa küçümseyeceğiz. İlla ki bir zaman genç olan ihtiyarların hikâyelerini dinlemek yerine çoğu zaman onları bir köşeye oturtur, zamanı gelince atılacak eşya gibi hissettirir, ele avuca düşmeden ölmesini dileriz. Bu mudur insanın kendinden olana kendinden doğana hürmet etmesi? Ve sanki onlar da bir zamanlar hiç çocuk, genç, anne, baba, olmamış gibi. Bu dünyada hiç yaşamamışlar gibi çekip giderler aramızdan. Diye düşünürken benden cevap beklediğini fark ettim Durak Dayı’nın.
-“Biliyorum Durak Dayı. Bak aklıma ne geldi yürüyebilir misin biraz? Gel bize gidelim kahvaltımızı yapalım hem sen şu hikâyede ki detayları anlatırsın bende yazarım olmaz mı?” dedim.
-“Tamam, ama her söylediğimi yazacaksın, bacaklarım da ağrıyor, ama madem yazacaksın gelirim. Bak dediklerimi olduğu gibi yazacaksın yok bu duvar var mı yok mu diye düşünerek değil tamam mı evladım? “
-“Tamam, Durak Dayı olduğu gibi yazacağım.” diye kalktım, elimi elini uzattım. Yüzündeki kederi neşesiyle saklamaya çalışırken kaçırdı gözlerini benden. Bastonuna uzandı. İkimizde o anlık sustuk.
Biz birlikte bizim eve doğru yol almaya başladık. Hala bana diyordu ki yürürken:
-“ Neydi şu okuduğun bölümün adı fesleğen miydi? Düşünmek için dört sene okunur muydu? Düşünmeden okusaydın ya oğul olmaz mıydı?
Olurdu Durak Dayı olurdu diye gülüşerek yürümeye devam ettik.
Bir cevap yazın