
Altmış, yetmiş, seksenler derler ama en güzel yıllar doksanlardır. Çünkü hiçbir şeyin tüketilmediği son yıllardan arda kalan zamanlardı. Her şeyin kendine özgü olduğu, temiz yılların kirlenmemiş son dönemin, son çocuklarıydık bizler. Sokaklarda oyun oynayarak, dizleri yara bere içinde kalıp, annemizin yanına koştuğumuz zamanlardı.
Salçalı ekmeklerimiz vardı bizim oyun arasında eve gitmek istemediğimizden, annelerimize yalvara yakara salçalı ekmek sürdürdüğümüz, onu da bütün mahallede ki çocuklara dağıttığımız zamanlardı. Mahalle bakkalının, manavın, kasapların ve annelerimizin vazgeçilmez adresi olan tuhafiye dükkânlarının yan yana dizilmesiyle daha güzeldi sokaklar.
Biz çok güzel çocuklardık. Her şeyden önce sokakta oyun oynamayı çok iyi bilirdik. Zaman kavramımız olmadığı için annem hep: “ezan okununca eve gel.” Derdi. Biriktirdiğimiz paralarla kitaplar satın alırdık. (Oliver Twest, Çocuk Kalbi sınıfta okumayanımız yoktu herhalde.) Bazılarımız okuldan kaçıp atari salonlarına giderdi. Bir kısmımız da atariyi televizyona bağlayarak saatlerce Süper Mario oynardı. Ben evde Mario oynayanlardanım, o Çinli prensesi kurtaracağım diye, ne zaman öldürmüştüm oyunda kafamı duvarlara vura vura taşları kırarak, zıplayarak gittiğinde Mario. Sonunda da kurtardık o prensesi de sevdiğine kavuşturduk Mario’yu.
Şarkılar var yine bugün o dönemi resmedip anlatan, her dinlediğimde içimde bir özlem duygusu uyandıran. Bugün ki nesil gibi değildik ki bizler. Sevdiğimiz şarkı yayınlanınca televizyonda ikinci kez dinleme şansımız ya da geriye alma gibi bir lüksümüz de yoktu. Ancak radyo da ya da televizyonda yayınlanınca bir kez daha dinleyebiliyorduk. Daha sonraları walkmanımız olacaktı.
Harun Abi’nin: “Gir Kanıma” klibinde ki kıyafeti ile sokaklarda özgürce dolaşan abiler-ablalar arasında kendine bir yer arayan çocuklardık aslında. Bazen muhabbetin en güzel yerinde Tarkan’ın şarkılarıyla: “Kıl Oldum Abi” diye ifade ederdik kendimizi. Süper Babayı neredeyse bütün bir neslin flütle çalmayanı ise hiç yoktu. Mustafa Sandalın “Araba” şarkısında “onun arabası var güzel mi güzel” diye iyi niyetleriyle “ama maalesef gazı yok” diye üzülürdük. Yonca Evcimek’in: ” aboneyim aboneyim ben” diye “bandıra bandıra ye beni “ şarkılarıyla eteklerimizi uçuştura uçuştura dans ederdik. Hatta ben 7.sınıftaydım, tahtaya kalkıp bu şarkıyı söylediğimi, ayaklarımı yere vura vura söylediğimi bile hatırlıyorum “aboneyim aboneyim ballı lokma tatlısı aman hadi hayırlısı” diye:))
Biz fena çocuklar değildik aslında. Pazar günleri bütün mahalleden yükselen taze poğaça kokusu sarardı etrafı. Pazartesi günleri okulumuzda hamur işi günüydü ve annelerimiz beslenme çantamıza hamur işi yapıp koyardı. Ve böylelikle her pazar tüm evler hamur işi kokardı.
Yine annemin ben kız halimle mahalle maçlarına giderken ezan okunca gel dediğini hatırlıyorum. Ve eve her seferinde dizleri yara bere içinde kalan, her tarafım toza bulanmış bir şekilde geldiğimde annem bizi doğru banyoya sokardı. Çıktığımızda evin içini çoktan esir alan taze poğaça kokusu mis gibi kokarken, biz ekran başında bütün aile: “ Bizimkiler” dizisini beklerdik.
Yine biz küçükken henüz bu kadar betonlaşmamıştı bu kent. Ve binaların arka bahçelerinde ki erik ağaçlarına, kiraz ağaçlarına dalardık. O kadar güzel bir duygudur ki ağaçlara dalmak, Rezzan Teyzenin( mahallemizin huysuz ihtiyarı) tüm bağırışlarına rağmen bizler onu asla dinlemez, ille de onun bahçesine giderdik. O da bizim bahçesine girmemizi istemez, bahçeye daldığımız an da nasıl olursa; hemen balkona çıkar ve avazı çıktığı kadar bağırırdı, yaşlıydı ve bizi asla kovalayamazdı bu yüzden bize sadece bağırırdı. Gelmeyeceğini bilirdik, ama geliyorum demesiyle anında bahçeyi terk eder, beş dakika sonra geri gelirdik. Yine de utanırdık yüzümüz kızarırdı. Onun hemen alt dairesinde oturan şair Ahmet Erhan komşumuzdu mesela, ama ben onun şair olduğunu o zamanlar nereden bileyim bizim için sadece arkadaşımız Deniz’in Babasıydı. O ise bize hep gülümser ve büyük bir keyifle camına yaslanır elinde ki çay bardağını yudumlayarak, film izler gibi izlerdi yaşadıklarımızı. Rezzan Teyzenin çıldırışını hiç sallamayan bizler, birer ikişer al acele ağaçtan kopardığımız erikleri kirazları ağzımıza tıkıştırıp, cebimize doldurmamızı izlerdi. Bazen kaçarken ona da verirdik. Çok sonra bir şiirinde okuyacaktım Ahmet Amcanın, Ahmet Kaya’nın söylediği “Dardayım” ben şarkısının şiirinde ki gibi “çocuklarla konuştum” diye. Ah Ahmet Amca Ah erken ayrıldın aramızdan. Ve ben hiç bilemedim o şiire konu olan çocuklar biz miydik? Diye düşünüp durdum her zaman.
Barış Manço ve şarkıları vardı yine, gitar çalabilen arkadaşlarımız muhakkak bir Gülpembe’yi çalardı. Sonra yine bazı günler 7’den 77 ye diye bir programı vardı Barış Abimizin onu izlerdik. Küçük arkadaşlarımızın elinden tutar, onları sahneye çıkarır ve şarkı söylememizi isterdi. Hemen ardından da, hemen arka tarafta duran, paketlenmiş onca hediye kutusundan birini almamızı isterdi, sevinçle koşardık alırdık. Söyleyemesek de biz o şarkıları bizim asla hevesimizi kırmazdı. Hemen sonrasında televizyonda yine hiç duymadığımız ülkelere ziyarete giderdi.
Biz fena çocuklar değildik aslında.
Biz güzel çocuklardık.
Susam Sokağı izlerken büyüdük biz.
Barış Manço dinlerken ilk aşkımızı yaşadık.
Kemal Sunal filmleri izledik.
Bugün zamana direnen fotoğraflarda bile samimiyetle gülen, gülmeyi bilen, yarına dair, umudu taşıyan güzel çocuklardık.
Özledim o günleri.
İnsan yaş aldıkça en çok çocukluğunu özlüyormuş artık bunu iyice biliyorum.
Şimdi yine geldi burnuma o mahalledeki evlerden tek tek yükselen taze poğaça kokuları.
Sonra bir şey oldu.
Kemal Sunal da öldü.
Barış Manço da öldü.
Evler betonlaştı.
Komşu komşuyu tanımasın diye çelik kapılarla sınırlandı her şey.
Çocuklar sokağa çıkamaz oldu.
Ve belki de o dönemde ki son şarkı gibi oldu her şey:
Anlatır eski beni şimdiki bana:
“Yenik düşüyor her şey zamana
BİZ BÜYÜDÜK VE KİRLENDİ DÜNYA”
CENNET GÜVENÇ
ANKARA,
Bir cevap yazın