Hava kararmıştı. Ay o gece görünürde yoktu. Böyle zamanlarda odada ne kadar fazla mum yakılırsa yakılsın, etraf aydınlık olacağı yerde bir o kadar daha kararırdı. Aylardır masamda yosun tutmuş davetsiz bir çocuk kitabı vardı. Bu saçma kitabın nereden yolunu şaşırıp masama demirlediğinden en ufak bir fikrim yoktu. İçsel bir karara varmıştım aslında buna dair. Okursam geldiği yere dönecekti besbelli ki resimli bu kitap. Ancak şunu da söylemeliyim ki dönmesini istediğimden de emin değildim. Yalnızlığıma iyi geliyordu davetsiz bu kitap; benimle konuşmuyor, çayın açık olduğu hususunda şikâyet etmiyor, yeni fikirleri beynimi yıkamak için ileri sürmüyordu. Ara sıra onu elime alır, sayfalarını iskambil destesiyle oynadığım gibi çevirir, resimli sayfaların birbiri ardına geçişlerinden anlamlı bir şeyler sezmeye çalışırdım. Neyse ki bundan çabuk sıkılır ahşap iskemlemdeki bölük pörçük rüyalı uykularıma geri dönerdim.
O gece kapının çalınmasını beklemiyordum. İnsan beklemediği bir şey karşında anlamsız korkulara kapılır. Bu tutumumun yalnızca bana özgü bir refleks olmadığından da adım kadar eminim. Ayak sesi duymadığıma yemin edebilirdim. Tahta kapı öfkeyle, hiçlik ülkesinden gelen gizemiyle, birer saniye aralıkla üç kez çaldı o gece. Sallanmakta olduğum sandalyemde öylece dona kalmıştım. Hiçlik ülkesindeymişim gibi davranmıştım. Fakat korkuya kapılan kalbim beni baştan ele vereceğini açık etmişti. Böyle durumlarda nefesinizi tutup avı sahibine gösteren avcı köpeği sessizliğine bürünmenizin kimseye bir faydası dokunmazdı. Kapıyı açtığımda gökyüzü baştan aşağı kara bulutlarla doluydu. Neyse ki gelenler iki sincaptan başkası değildi. Biri diğerine göre daha kalın ve yaşlı görünüyordu. Zayıf olan söze girdi.” Bizimle geliyorsun, yağmurluğunu alsan iyin edersin” Diğeri de bunu başıyla onayladı kara bulutları işaret ederek.
Oysaki benim bir yağmurluğum yoktu. Yağmurluğumun olmadığı gibi; kapımın bir kilidi, diş fırçam ya da lavabo açacağım da yoktu. Hepten yokluklarla dolu değildi yaşantım elbette. Masamda duran garip bir resimli çocuk kitabım ve bu gece olacaklarla bu kitabın bir ilgisinin olduğuna dair sağlam kuşkularım… Bir şey söylemeden ayakkabılarımı giyip onları takibe koyuldum. Sararmış kuru ağaç yaprakları ayakkabılarımın altında rahatsız edici bir sesle eziliyor, bunlara yine kurumuş dal çatırtıları karışıyordu. Çocukluğumda kalabalık bir evimiz vardı. Ayyaş bir babam, dört kız kardeşim ve sonsuza kadar yaşayacak kadar sağlıklı görülen büyükannem. Büyükannem beklentimin aksine bir gün ölüverdi. Tarhana çorbasına kurutulmuş ekmek parçaları koyardı annem çocukluğumda. Bu kuru ekmek parçaları hem ateşler saçan dumanı üzerindeki tarhana çorbasının hararetini alır, hem de ona bir lezzet katardı. Kararmış bulutlar içlerini dökmeye karar verdiğinde dünya porselen bir tabak, bu kuru yapraklar da ekmek parçaları gibi ıslanmaya namzettiler.
Önümde adeta yuvarlanan sincaplara seslendim. “Yağmur yağacak” Zayıf olan; “Sana yağmurluğunu almanı söylemiştim” “Kurumuş dallar ıslanacak. Hani bir on dakika izin verirseniz, biraz kurumuş dal ve yaprak toplasam iyi olacak, yakacak bir şeyim kalmadı kuzinemde. Islak odun parçaları tahmin edebileceğinizden daha geç kuruyor.” İzin vermediler. “Buna ihtiyacın olmayacak” diye ekledi yine zayıf olanı. Ne demek istiyor şu sıska sincap diye düşünmeye takatim olmadığımdan değil, sadece hevesim yoktu.
Ama yürüyordum işte. Yürümek zor bir iş değildi. Az bir zaman sonra yağmur çiselemeye başlamıştı. Evimin hemen yakınlarında bir orman olduğunu bilmiyordum. Son zamanlarda dışarı çıktığım da yoktu. Dışarı çıkmazsanız nerden bilebilirsiniz?
Mutlu insanlar ya da mutlu olmak isteyen insanlar görebildikleri kadar uzaklara bakarlar, gözleri yeşilin bir tutamını görebilmek için çabalardı. Benim gibi böylesine geçici hevesler peşinde koşuşturmayanlar ancak ve ancak burnunun dibindeki bir kaç lokma yiyeceği fark edebilirlerdi. Günlerdir bir şey yememiştim. On dakikadır yürüyor, inceden ıslanıyordum. Açlığımı hatırlıyor olmaktan nerdeyse memnun kalacaktım. Neredeyse demem o ki bunun iyi bir şeye işaret olmadığını biliyor olmamdı. Şimdiye dek ne zaman mutlu olacak fırsatlar önüme çıksa hemen oradan sıvışmayı iş edinmiştim. Mutluluğun önü alınamazdı, inandığım şey bundan başka bir şey değildi. Şöyle ki; bir kere harikulade bir gün yaşamış olsan, zavallı bünyen buna tutkuyla bağlanır, yeni saadet günleri için çaresizlik içinde çırpınır dururdu. Kendimi toparlayıp suratımı yine astım.
Önümde yürüyen sincaplardan şişman ve yaşlı olanı şimdiye dek hiç konuşmamıştı. Arada onları takip ediyor muyum bakışında bir hınzırlık hissettiriyordu şişman, hepsi buydu.
Şehrin çöplüğünün yanından geçerken dizlerime ağrılar girmeye başlamıştı. Sonunda dizlerim yolunda gitmeyen bir rutinin dışına çıktıklarını anlamış olmalıydılar. Bir molanın böylesine leş kokulu bir yerde verilmesinin akıllıca olmadığı belliydi. Buna rağmen kıçımı bir taşın üstüne koyup dizlerime burnumu yasladım. Sıcak nefesim bacak arama ulaşmadan beyaz bir dumana dönüşüyor yağmur damlalarının yere düşüşleri nedendir bilmem mezarlıkta geçirdiğim eski zamanlardan bir günü hatırlatıyordu. Sincaplar yakındaki bir ağaca bir şey demeden tırmanıp karartılı geniş yapraklar arasından bana bakınarak bir şeyler fısıldamaya başladılar. Çöp yığını tepesi şehrimizin en yüksek dağlarından biri olmaya aday bir dağ olmaya ne zaman heveslendi bilmiyorum. Ancak ömrümde gördüğüm en renkli dağa pis kokusuna rağmen şaşkınlıkla dalmış bakınıyordum.
Sincapları kaybetmiştim. Yaprakların arasından süzülüp gelirlerdi şimdi. Tekrar yürümeye başladım, nasılsa bana yetişirlerdi. Birden bire zaman durmuştu. Evet, bu doğruydu, zaman, mekânın bu tarafında hissizleşmeye başlamış, görülmeyen bir karartıda Frederic Chopin çalmaya başlamıştı. Biraz daha ilerleyince arkama dönüp bizim şu iki Sincap’ı meraklanmaya başlamıştım. Onlar için kaygılanmamam gerektiğini biliyordum bilmesine ama elimden gelen bir şey yoktu. Onlar başlarının çaresine bakabilirlerdi peki hala.
Üç sıska at. Yağmur altında çamura bulanmış otlardan boyunlarını eğerek ve de dudaklarını madam Agafia gibi uzatarak zarifçe otlanıyorlar, yanı başındaki sahipleri olduğu intibaını veren üç müzisyenin notalarında kuyruk sallıyorlardı. Yanlarına gidip başımla selamladım onları. Viyolonsel çalan kırış suratlı gülümsedi ve çalmaya devam etti. Keman çalan çok ciddiydi, görmezden geldi beni, biraz da hüzünlüydü.
Ay kara bulutlar arasından süzüldü o anda. Ben, dolunay ve de arkamdan yetişirlerse sincap dostlarım, bu müzikle sarhoş olup o gece sızmaya razı gelirdik. Bugün de inanarak bundan şüphe duymadığımı açıkça söyleyebilirim. Saatlerce çaldılar gezici müzisyenler. Sincaplar sanırım kayboldular. Ya da aradıklarının ben olmadığımı ağacın dallarındayken birbirlerine fısıldadılar. Bilmiyorum.
Sağanak başlamıştı. Biraz mutlu olmanın hiçbir mahsuru olmadığına karar vermiştim sonra. Gömleğimin iki düğmesini çözüp göğsüme yağmasına izin verdim yağmurun. Yoksa yaşam sevincim bir yanardağ gibi fışkırıp göğsümü yakacak, yırtacaktı. Ayağımla tuttuğum tempo, altında durduğumuz akasyanın yapraklarında biriken yağmur daneleri belirli aralıklarla toprağa dökülüp alkış tuttular. Sonra aletlerini atlarına yüklediler çalgıcılar. Ormana doğru yürüdüm onlarla vedalaşmadan. İnanılacak şey değildi belki ama evim ansızın önüme çıktı. Üstelik bacası da beyaz bir dumanla tütüyordu. Kapıyı üç kez çaldım. Kapıyı bir sincap açtı. Dişi bir sincaptı bu. İçeriden ‘’Kimmiş o Amanda’’ diye bağıran elinde benim davetsiz kitabıma göz atan erkek sincaptan başkası değildi. Kocası olmalı diye düşünürken,’’ Ne istiyorsunuz?’’ dedi Bayan Amanda. ‘’Yağmurluklarınızı alsanız iyi edersiniz’’ dedim. ’Benimle geliyorsunuz…’’
Bir cevap yazın