Kaybolan çocukluğa…
Yağan karı umursamadan arka sokağa bakan bir pencere açıldı. İntiharı seçen kar taneleri hiç düşünmeden odaya daldı aynı anda. Bu acı sonu görmeyen sıkıntılı bir çift göz havada uçuşan kar tanelerini izliyordu. Oysa bu gözler çok değil birkaç yıl öncesine kadar coşkuyla, sevinçle bakardı her kar yağdığında. Kar taneciklerinden eş olarak seçtiğiyle dans eder, sonra onu yavaşça oturturdu izleyicilerin arasına. Ardından dansa devam ederdi; bir tanesiyle daha, bir tanesiyle daha… Artık kar taneleri eskisi kadar davetkâr değildi. Yoksa?… Yorgun olabileceği düşüncesinden ürktü. Aceleyle dansa davet etti birini. Kar tanesi nazlanmadı. Fakat daha ilk adımda adamın ayakları birbirine dolaştı. Dansa başlayamadan kalabalık içinde eşini kaybetti. Yeni bir eş, yeni bir başarısızlık…
Kapının çalmasıyla irkildi. Bir suçlu telaşıyla eli pencereye uzandığında kapı açıldı.
“Çayınızı getirdim” dedi atölyenin gürültüsünü peşi sıra sürükleyen çay ve temizlik işlerine bakan kız. Üç-dört küçük adımın ardından masanın önünde durdu. Tepsiden aldığı bardağı dosyalar arasında boş bulduğu yere koydu. Belli belirsiz “Teşekkür ederim” diyen adama gözucuyla baktı. Başarısız kavalye pencereyi kapatırken sessizce odadan çıktı. Atölyedeki işçilerin sesini ezen makinaların gürültüsünü de ardına takıp götürdü.
Az önce soğuk cama dokunan parmaklar çay bardağının sıcaklığını hissetti. İlk yudumu kısa süre ağzında beklettikten sonra midesine kadar uzanacak sıcak yolculuğu başlattı. İkinci yudumu almadan önce, alçalıp yükselmeden kendi ekseni etrafında tekdüze dönen sandalyesine oturdu. Sağa sola doğru küçük dönüşler yaptı; çocukluğundaki gibi.
Okul tatillerinde bazı günler babası erkenden kaldırır çalıştığı devlet dairesine götürürdü onu uykulu gözlerle. İşyeri disiplinini bozduğunu bile bile neden kendisini ciddiyet dünyasının kapısından geçirdiğini hâlâ çözememişti. Yetiştirdiği evladıyla duyduğu gururu göstermek için fırsat mı yaratırdı? Yoksa, ona gönlünce bir sınıf geçme hediyesi alamamanın ya da tatile gönderememenin burukluğundan mı bunu yapardı? Gerekçesi ne olursa olsun güzeldi o anlar; hatta çekilen uykusuzluklar bile. Uykusuzluklar hiç o kadar keyif vermedi bir daha.
Babasının odasına adım atar atmaz uykusuzluktan eser kalmadı. Dikkati tek bir noktada yoğunlaştı. İçi kıpır kıpırdı. Nasıl olmasın ki? Kapının karşısındaki masanın arkasında duran koyu kahverengi döşemeli döner sandalye, geçen yaz vedalaşmalarından bu yana orada hüzünle, hasretle kendisini beklemişti. Sandalyenin arkasında, yukarıda asılı, kararmaya başlamış sarı yaldızlı çerçevesiyle Atatürk portresini fark etmedi bile. Oysa tüm odayı kontrol eden ve dışarıdan gelenlerin fark etmemesinin olanaksız olduğu yere asılmıştı çerçeve. Resmin üzerindeki cama toz kondurtmayan babası, dairenin genel temizliğini görevli personel aksatmadan yapmasına rağmen onu sık sık çekmeceden eksik etmediği bezle silerdi. Odada üç tane daha sandalye bulunduğunu babasının döner sandalyeye oturmasıyla fark etti. Onlara tepeden baktı. Üçü bir döner sandalye etmiyordu, alelade şeylerdi. Zaman durdu ansızın. Sevincini gölgeleyen dünden kalan işlerdi. Babası önündeki evraklarla ilgilenirken vücuduyla sandalyenin tüm görüntüsünü kapatıyordu. Çok geçmeden gelen yan odalardaki memurların sorularına cevap verirken bir yandan da döner sandalyeyi görme umuduyla babasını izliyordu. Onlar, çocukluğun verdiği utangaçlıkla kendilerine bakamadığını düşünüyorlardı. İlkokulu bitirdiğini öğrenenlerin “Ne kadar da büyümüş” gibisinden sözleri karşısında babasının gururlanışı ve yüzündeki gülümseme utanmasına yetmişti. Gözlerini kaçırdı hasretle görmeyi beklediği döner sandalyeyle buluşmayı erteleyerek.
Mesai arkadaşlarının çıkmasıyla babası bıraktığı yerden işlerine devam etti. Gözleri tekrar döner sandalyeyi aradı. İlkokulu bitirdiyse ne olmuş? Büyümesi ona oturması için engel değildi ya! Öyle olsa, koca koca adamların oturması için bu sandalyeler alınmazdı. Yerinden kalktı, masanın diğer köşesine yaklaştı. Sandalyenin arkalığının bir bölümünü gördüğünde babası heyecanlı bakışlarını fark etti. Gülümseyerek baktı. Gazoz ya da çikolata cevabını alacağından emin, oğluna ne istediğini sordu. Sıkıla sıkıla konuşan çocuğun sorusuyla gülümsedi: “Döner sandalyeye oturabilir miyim?” Verilecek cevabı beklerken babası tek laf etmeden yerinden kalktı, sandalyeyi masanın yanındaki boşluğa çekti. Oğlunu oturturken, “Neden daha önce söylemedin?” dedi. Babasının sözlerini belli belirsiz duydu: “Okuyup işe başladığında senin de böyle bir sandalyen olacak!” Adam boşta duran sandalyelerden birini alıp tekrar işe koyulduğunda, hasretle beklediği arkadaşına kavuşmanın coşkusuyla oyuncağa dönen sandalye önce sağa doğru döndü. Birkaç turdan sonra iyice alçaldı ve durdu. Ardından sola doğru döndü. Sandalye sağa sola sallanıp dengesinin bozulduğu noktaya kadar yükseldi. Tekrar indi, çıktı. İndi, çıktı… Kimi zaman hızlı, kimi zaman yavaş. Tek bir yöne dönüşü sınırlıysa da mutluluğu sonsuzdu. Gelen çikolata ve öğle yemeğinin üzerine içilen gazoz keyfini doruklara çıkartmıştı. Devlet dairesinin ciddiyeti işgal altındaydı.
Uzun süre sandalye yerinden kıpırdamadı. Yeni bir zevk dalgası için enerji topluyordu. Çok geçmeden ayaklarını yere bastı. Sağ ve sol ayak parmakları üzerinde topukları yükseldi. Parmak uçlarına yüklenerek hız aldı. Ayaklarını yerden kestiğinde uçarcasına dönmekteydi. Duvarlar aksi yönde koşarak uzaklaşırken dudağında bir gülümseme… Sonsuza kadar devam edebilecek dönüş sürüyordu. Sandalye sonsuza hareket ederken sevinci, coşkusu sınırlandı. Sandalye alçalmıyordu; yükselmiyordu da. Dudağındaki acı veren gülümseme dondu kaldı. Ayaklarını aniden yere koydu. Kar pencerenin ardında tüm hızıyla devam ediyordu. Titriyordu; eli, kolu, bedeni, düşleri. Üşüyordu. Sıcak bir şeylere dokunma umuduyla elini uzattığı çaydan duman çoktandır yükselmiyordu. Soğuktu. Her şey gibi; çelik dolap, kasa, rafta duran dosyalar, masa, sandalye, kanunların yer aldığı kitaplar… Hepsi soğuk. Ama üşümüyorlar.
Dışarıda kar tüm şiddetiyle devam ediyordu. Soğuğu içinde yüreğinin derinliklerinde hissetmek istedi. Kalkıp pencereye yürüdü. Buz kesen elleriyle buğulanan cama dokundu. Kendini taşıyamayan su damlacıkları birer dereye dönüşüp aşağıya doğru aktı. Pencereyi açtı. Kar sinsice yağıyordu. Dışarıda ölüm sessizliği… Karşıdaki iş hanlarında, bürolarda, atölyelerde camlar buğulu. Bacalarda duman. Nerede atölye önünde sabah sevinç çığlıkları atan işçiler? İşbaşı ziliyle dışarıda bırakılan kartopları nerede? Şimdi ciddiyet saatiydi. Çaycı kız ve atölyedekiler bunun bilincindeydi. Üşümüyorlardı ve ciddiydiler. Üstelik, döner sandalyeye hiçbir zaman oturmayacak kadar ciddiydiler. İbadet eder gibi çalışıyorlardı; sessizce ve boyun eğerek. Varsın dışarıda kar yağsın. Nasıl olsa ileride, sonsuza kadar karın keyfini sürmeyecekler miydi? Kartopu yapıp oynayamasalar da vakti geldiğinde o beyaz örtüyü bir yorgan gibi çekecekler üzerlerine…
Çağlayan – 1997
Bir cevap yazın