Birkaç yıl önce, çalıştığım turizm firmasını temsil etmek üzere çok hazzetmediğim bir iş arkadaşımla birlikte tamamen iş icabı İzmir Fuarı’na ‘çalışan’ sıfatıyla iştirak etmiştik. Şehirler arası yolculukların kıtalar arası yolculuklarla eşdeğer olabildiğini ilk kez o yolculuğumda deneyimledim. İnsan, İzmir gibi Ege’nin incisi bir şehire giderken dahi yolculuktan hiç keyif alamayabiliyormuş. Tren yolculukları da bu duruma dahil. Kendimden biliyorum, tecrübeyle sabit. Zaten o yolculuk, o vatandaşla yaptığım ilk ve son yolculuğum oldu. Bir insanı da gerçek manada yola çıkınca tanıyacağımı da yine o yolculukta öğrendim. Düşününce, bir yolculuk ne çok şey öğretmiş bana. Hile yapmayı bile… Dönüşte sırf onunla birlikte geri dönmemek için hiç işim olmasa da dönüş biletimi onun döneceği günden bir gün sonraya aldım.
Neyse, son derece can sıkıcı bir İzmir yolculuğuna ufukta görünen Basmane İstasyonu son noktayı koydu. Tren yolculuklarını çok sevsem de uzun sürenleri beni hep yormuştur. Trenden iner inmez elimdeki ufak çaplı valizi çok fazla taşımamak adına kıymetli yol arkadaşıma dönüp (Artık hem iş, hem yol arkadaşım olmuştu kendileri) ”Önce bir otel bulup yerleşelim. Böylece valizlerimizi taşımaktan da bir an önce kurtulmuş oluruz. Sonra da bir duş alıp karınımızı doyururuz,” dedim. ”Bana uyar dedi,” son derece uyumlu(!) yol arkadaşım. Uyar insanları hep sevmişimdir.
İzmir Fuarı’nın Basmane’ye açılan kapısını düşününce en mantıklı olanı Basmane dolaylarında bir otelde kalmaktı. Öyle de yaptık. Fuar ertesi günü olduğundan duştan çıktıktan sonra rahatça bir uyku çektim. Uyandığımda, yol yorgunluğunu bir nebze de olsa üzerimden atmış, kendime gelmiştim. Üzerimi değiştirdikten sonra yan odada kalan iş arkadaşıma (Artık yolculuk bittiğine göre aynı işyerinde çalıştığım kişiye en uygun hitap; ‘iş arkadaşım.’) telefon edip ”Ben acıkır gibi oldum, dışarıya çıkalım mı?” diye sordum. Sesinden uykulu olduğu besbelli olan Hamit ”Tamam, beş dakikaya hazırlanıp geliyorum. Otelin lobisinde buluşalım,” dedi. Gerçekten dediği süreye yakın bir zamanda da otelin lobisine geldi. İzmir’e ayak bastığı andan itibaren geçen zamandaki olumlu değişimini tamamiyle hava değişimine yordum. Yoksa normalde uyuntunun, uyumsuzun birisidir Hamit.
”İzmir’e gelmişken kumru yememek olmaz. Bu akşam kumru yiyelim. Yarın sabah da boyoz, yumurta keyfi yaparız,” dedim, Hamit’e. Artık alışmış olmalıyım ki verdiği olumlu cevaba hiç şaşırmadım. Bir güzel karnımızı doyurduktan sonra fuar alanının içinde yer alan Kültürpark’ı da gezmek maksatlı fuara gittik. Hamit amaçsızca dolaşıyorken ben kalabalık seyirci toplululuğundan ‘iyi’ olduğu kanısına vardığım Açıkhava Tiyatrosu’ndaki oyunu seyre daldım. Kendimi oyuna o denli kaptırmışım ki saygıdeğer iş arkadaşımın ne zaman yanıma geldiğini hiç anlamadım. Kuvvetle muhtemel tiyatro oyununu izleyen orta yaş ve yaşlı kesimin yanı sıra muhteşem güzelliği ile dikkat çeken genç kızların çoğunluğu Hamit’i de bu cazip kalabalığa doğru çekmişti.
Tiyatro oyunu bittikten sonra ertesi gün bizi yorucu bir günün beklediğini bildiğimiz için doğruca otelin yolunu tuttuk. Kaldığımız otel çok salaş bir yer olmasa da nezih sayılabilecek bir yer de değildi. Orta hâlli bir otel diyebiliriz. Orta hâlli olduğundan dolayı da odadaki mini buzdolabında alkollü içecek namına hiçbir şey yoktu. O yüzden yatmadan önce birkaç bira içerim düşüncesiyle tekel bayiye uğrayıp bira aldım. Zaten normalde bile uyuz bir tip olan Hamit’in alkollü hâlinin hiç çekilmez olacağını tahmin ettiğimden ona ağız ucuyla da olsa bir teklifte bulunmadım. Gece biraları içtikten sonra mışıl mışıl uyumuşum. Sabah kalkınca da buz gibi bir suyla duş aldım ve ‘çakı gibi’ oldum.
Fuar alanına gittiğimizde küçük küçük insan toplulukları vardı. Alan durgundu. Açıkçası Hamit’in aksine fuara da değişiklik olsun diye gitmiştim. Çalışmak için değil. O yüzden iş miş çok da umurumda değildi doğrusu. Fuar alanında bizim firmaya ayrılmış olan standta biraz dikildikten sonra Hamit’e; ”Ben şöyle bir etrafı kolaçan edeyim, birazdan gelirim,” deyip ayrıldım standın yanından. Boş boş dolandıktan sonra dönüp dolaşıp tekrar bizim standın oraya geldim. Öğleden sonraya doğru birden kalabalıklaşan fuarda akşama kadar epey bir çaba sarf ederek çalıştık Hamit’le. Zaten hepi topu dört günlük bir organizasyon olan fuar maceramızın ilk gününü yoğun bir tempoyla çalışarak bitirmiş olduk böylece.
Diğer günlerin yoğunluğu ilk günkü yoğunluğumuzu aratır cinsten oldu. Allah var, dört gün boyunca ikimiz de köpek gibi yorulduk. Fuara gelirken Hamit’in hâl ve hareketlerinden edindiğim izlenimden dolayı eziyet olacağını düşündüğüm fuar günceme çok da kötü anekdotlar düşmedim açıkçası. Hatta itiraf etmeliyim ki son gün, ertesi gün Eskişehir’e dönecek olan Hamit’ten ayrılıp yabancı bir şehirde tek başıma kalacağım için de içim burkuldu.
Gelmesini istemediğim vedalaşma anı çatıp geldiğinde Basmane’de birbirimize sarılırken ”Ben de yarın döneceğim kısmetse,” dedim Hamit’e. Trenin arkasından el sallayıp durumu daha da trajikomik bir hâle getirmemek için de hızla uzaklaştım istasyondan.
Tekrar otele geri döndüğümde; ‘ne bok yiyeceğim ben şimdi bir başıma İzmir’de. Yarına kadar ne yapacağım?’ diye derin bir düşünce aldı beni. Oyalanmadan, en iyi zaman geçirmenin tek çaresi olan alkolü almak için en yakın tekel bayiye doğru sürdüm ayaklarımı. Yedi tane bira alıp otel yolunu ezber ettirdiğim ayaklarıma; ‘otele çek’ komutunu verdim.
Biraları içtikten sonra duygusal bir mod’a girdim. Hamit’e yalan attığımdan dolayı pişmanlık duymaya başladım. Hiç işim olmadığı hâlde onunla aynı yolu tekrar gitmemek için bir gün fazladan kalıyordum hiç beğenmediğim boktan otel odasında. Üstelik her güzel şey gibi biralarım da bitmişti. Uyumayı denedim, uyuyamadım. İçim daraldı ve kendimi otelin lobisine attım. Resepsiyona yakın bir yere oturdum ve gazete sayfalarını karıştırmaya başladım.
Bir müddet sonra akıcı otel trafiği can sıkıntımı giderir gibi oldu. Kısa süre içerisinde bir sürü insan gelip geçti önümden. Resepsiyonist bayan da demli bir çay getirince keyfim iyice yerine geldi. Aklımda, sadece Hamit’e tamamiyle boş yere atmış olduğum yalanın gereksizliği yer kaplamaktaydı. O anda, genç bir çift girdi otelden içeriye. ”Buyrun beyefendi,” dedi resespsiyonist kız. Kızın buyur edici komutundan mıdır bilmem, adamın panik yaptığını titreyen ellerinden anladım. Yine de son derece soğukkanlı görünmeye çalışarak ”Öğlen bir oda ayırtmıştık biz,” dedi adam. Resepsiyonist kız ”Tabii efendim, isim neydi acaba?” deyince adam şöyle bir duraksadı. Nerede izlediğimi net hatırlayamadığım ilginç bir tiyatro oyununun herhangi bir sahnesini anımsar gibi oldum nedense.
Adam ismini unutmuş olamazdı. Belli ki bir kaçamak yapacaktı ve otelde yer ayırtırken ne olur ne olmaz düşüncesiyle bilerek ismini yanlış vermişti. Buraya kadar planı da tıkır tıkır işlemişti ama iş ismini söylemeye gelince çuvalladı. Gariptir, otel müşterilerine kimlik sormuyordu. Bize de sormadığında işkillenmiştim fakat yorgun olduğumdan prosedürlerini sorgulama gereği duymadım. Zaten oteli satın alacak hâlimiz de yoktu. Çok düşünmeme gerek kalmadan kimlik sormamalarının bir sebebi olduğunu anladım. Rahatlık! Müşterilerine kimlik sormamalarındaki tek gaye müşteriye aşılamak istedikleri rahatlık duygusuydu. Peşi sıra da güven… Tanık olduğum hadise de düşüncelerimle örtüşünce durumu çakozladım.
Adam, bir müddet düşündükten sonra ”Hay Allah. Öğlen çalışanıma söylemiştim yer ayırtması için ama kendi ismine mi oda ayırttı acaba. Ya da benim iki ismim var da, acaba hangisini söyledi size?” dedi. Resepsiyonist kız büyük bir profesyonellikle ”Siz sırasıyla olasılıkları söyleyin efendim ben tek tek bakarım,” diyerek yapıcılığını konuşturdu. Ürkek bir sesle ”Avni Başkentli,” dedi adam. Bir şeylerden korkuyor olduğu her hâlinden belliydi. Bir korku nöbeti geçiriyormuş izlenimi verdiğinin farkında olmadan beklerken, resepsiyonist kız ”Evet buldum sanırım efendim. Yalnız, soyisminiz uyuşmuyor. Bir de telefon numaranızı alabilir miyim acaba?” dedi. Adam tane tane telefon numarasını da söyledikten sonra resepsiyonist kız ikna olmuş olacak ki; ”Tamam, geçebilirsiniz Avni Bey,” dedi ve kısa süren bir uğraş sonucunda adamın yanlışını düzeltti: ”İsminizde bir yanlışlık olmamış ama sanırım soyisminizde bir yanlışlık ya da karışıklık olmuş efendim. Zira Avni Başkentli değil, Avni Ankaralı olarak kayıt etmişiz sisteme.” Adam söylediği yalanın mahcubiyetiyle hafif kızararak ”Peki,” diyebildi sadece.
Belki de adamla aramızda, gazetelerin bulmaca sayfalarına konu olacak şekilde bariz olarak ”7 fark” vardı ama ben o an için yalnızca birisini bulabilmiştim. İkimiz de yalancı olmamıza rağmen adam dürüst yalancıydı. En azından başkent ve Ankara kelimeleri eş anlamlıydı.
Adamla aramızdaki diğer altı farkı bulmak için kafa yormak yerine odama gidip yattım. Gerekmedikçe yalan atmama kararı alarak uyumayı denedim. Denemek yerine gerçekten uyumayı isteyerek…
Bir cevap yazın