Akşamın alacası Kadıköy’ün üstüne çökeli epey oldu. Rıhtım caddesi bu saatlerdeki telaşını giyinmiş, insan ve araç kaynıyor. Halime’nin yorgun ayakları da aynı telaş içinde. Bir daha adımını bile atmayacağı o evi arkada bırakalı çok olmadı. Herkes gibi o da yeşil yanmasını beklemeden caddeyi geçip durağa doğru yürüyor. Vapur düdükleri, korna seslerine karışıyor. Bir ambulans acı çığlıklarla yolu yarma çabasında. Meydanın gürültüsü, kulaklarında çınlayan o salyalı kahkahayı anımsatıyor ona.
“Eşek herif” diye geçiriyor içinden, “belanı arıyordun, buldun işte.” Elleri soğuk. Burnunu çekince hava yerine egzoz doluyor ciğerlerine. Otobüsün fanından yüzüne vuran sıcak hava içini ısıtıyor. Neresinden baksa bir saat sürer yol. Ne olurdu sanki kanatları olsaydı da uçuverseydi evine. Ya da tatlı cadı gibi burnunu kıvırıp evinde buluverseydi kendini. Soba cayır cayır yanıyor olsaydı. Botun içinde buz kesmiş ayaklarını dayayıp sobaya, iliklerine kadar ısınsaydı. İkinci burun kıvırışında sofrası hazır olsaydı. Üçüncüde Mehmet’in dilinden bal damlasaydı. Hatta Mehmet, iki gece önce döverek morarttığı o gözleri öpüp özür dileseydi.
“Söz” deseydi. “Bir daha kılına dokunmam, erkek sözü.” Erkek sözü. Öyle ya. Erkek sözü. Kadın sözü diye bir lakırdı duymuş muydu? “Ölmüş müdür acaba?”
Henüz ısınmaya başlayan bedeni yeniden üşüyor. İçi daralıyor. Küçük sarı puanlı kahverengi eşarbını açıp biraz gevşeterek yeniden bağlarken yanında oturan tombul kadının gülümseyip sohbete kendini hazırladığını sezince başını diğer tarafa çeviriyor. Ön koltuktaki adamın yağlı ensesine takılıyor bakışları. Eprimiş ceket yakasına dalga dalga dökülmüş kepekler midesini kaldırıyor. Kayınbabasının ceketini asarken olduğu gibi. İnsanları ite kaka arkaya ilerlemeye çalışan kara yağız adam değiyor gözlerine bir an. Tıpkı Mehmet. Adamın hemen önündeki sıska kız, bir eliyle koltuğun yanına tutunmuş, diğer eliyle de telefonunda mesaj yazıyor. İnce dudakları hafiften gülümsüyor. Halime iyi bilir on sekiz yaşın estirdiği kavak yellerini.
Ne çok severdi, ne çok özlerdi bir zamanlar Mehmet’i. Kara kaşlarının altından bir Kadir İnanır bakışı fırlatıverirdi ki, erim erim erirdi körpe yüreği. Mehmet, limonla şekillendirdiği saçlarını okşadıktan sonra ellerini pantolonun cebine sokar, öyle poz verirdi ki, değme artistler onun kadar yakışıklı olamazlardı. Onunla evlenebilmek için az dil dökmemişti babasına. “İsteyenim çok. Elini tez tut,” diyerek Mehmet’i de az gaza getirmemişti hani.
Yazdığı mesajın içine gömülmüş kıza bakan kadının yüzü acıyor. “Görürüz seni de.” Alaycı bir gülümseme takılıyor dudaklarına. “Çok geçmeden solduruverirler senin de gül yüzünü. Daha ne olduğunu anlamadan elin oğlu dölleyiverir ardı ardına. Oğlana kaynatanın adını koyarlar. Kâzım. Kızlardan büyüğüne de kaynananın adı konur. Sultan. Üçüncü de kız olursa kimse bakmaz yüzüne. Kendi anacığın fısıldayıverir kulağına. Ee! Bu da benim adım olsun bari. Songül, diye seslenirler artık küçük kıza da. Kaynanan dirseğine kadar dolu bileziklerini şıngırdatarak yüksekten bakarken söylenir. ‘Bu güne gelene dek neler çektik. Olup olacağı beş başlı bir damı çekip çeviremezsin. Senin yaşındayken koca köy evinde on bir başın, işini aşını baş ettiğim gibi bir de ucu bucağı belirsiz tarlanın çapasıyla hasadı benim ellerimden geçerdi.’ Kaynanan sadece laf çarpmakla yetinmez. Gözlerini ağartıp parmağını sana doğrultur. ‘Avrat dediğin cabbar olmalı. Aslanım akşama kadar eşekler gibi çalışır ama yetmez şeher yerinde. Kadın ol da, sen de tut bir işin ucundan…’ Sonraları sen de öğrenirsin el kapılarında başkalarının kullanacağı cicili bicili evleri pırıl pırıl temizlemeyi, kazandığın parayı evine vardığında sessizce kocanın avucuna bırakmayı …”
Kız otobüsten inip gözden kaybolunca kendi siyah eteğine indiriyor bakışlarını. Dizlerinin üzerinde kenetlediği avuçlarına, damar damar kemikli ellerine. Çamaşır suyundan kızarmış eğri büğrü parmaklarına. Yarım saat önce kapıyı çekip çıktığı eve gidiyor aklı.
Salonun köşesindeki bronz kadın heykeli çok ağırdı. Nasıl bir solukta kaldırdı, adamın ense köküne nasıl indirdi; inanamıyordu hâlâ. Oysa o heykeli temizlerken bile hiç kaldırmaz, sağa sola çevirerek silerdi. Yine soluğu kesiliyor. Başörtüsünü biraz daha gevşetiyor. “Ölmemiştir canım. Kötüye bir şey olmaz.”
Yanında oturan kadının indiğini, onun yerine orta yaşlarda iri bir adamın oturduğunu, kalçalarına değen başka bir tenin sıcaklığıyla fark ediyor. Sıska vücuduyla kapladığı alanı biraz daha küçülterek kendini cama doğru çekiyor ve derisi çatlamış siyah çantasını sanki koluna takarken yana sarkmış gibi araya kaydırarak adamın vücuduyla yeni bir temas ihtimalini ortadan kaldırıyor ama adam hiç oralı değil, yayıyor iyice bacaklarını. “İnşallah ölmemiştir. Boynu altında kalasıca.”
İlgisini dağıtmaya çalışıyor. Ne olduysa oldu, dönüşü yok. Gözündeki koyu gözlüğü çıkarıp yanaklarına inmek üzere olan yaşları siliyor sessizce. Ama yaşların arkası kesilmiyor. Anacığının lafını hatırlıyor: “Öz ağlarken göz durur mu?” Duruyor bir süre sonra. Gözlüğünü takıp başını kaldırıyor. Mehmet’e benzeyen adamla göz göze gelince yüzünü pencereye çeviriyor. “Mehmet’in de canı cehenneme. Hepsinin canı cehenneme. Garibim Halime. Akşama kadar elin sudan çıkmasın. Yorgunluktan dizlerin tutmasın, şikâyet etme. Eteğine dolanan üç kuruşluk uçkuru düşüklerle uğraş. Boyu devrilesice Mehmet de komşu kızıyla fingirdeşsin.” İstediği kadar inkâr etsin, istediği kadar dövsün. Bal gibi biliyor.
Otobüsten iniyor. Akşamın ayazı yüzüne vurunca mantosunun yakasını kaldırıp boynunu kapatıyor. Bir an evvel eve varmak için hızlanıyor; köşe başında bir polis otosu. Yüreği hopluyor. “Yok canım daha neler,” diye söyleniyor. “Ölmemiştir. Ölmek öyle kolay olsaydı…” Polislerin adamın birine ceza yazdığını anlayınca rahatlıyor. Ev tek katlı. İçeride ışıklar yanıyor. Halime’nin içi ısınıyor.
Çocuklarının şen sesleri bahçeden bile duyuluyor. Büyük kızı Sultan açıyor kapıyı. Elindeki çikolatadan bir lokma alıp dolu ağzıyla annesine şakıyor. “Gülistan abla çok güzel yemekler yaptı anne. Babam da yardım etti biliyor musun?”, “Öyle mi?” diyor yarım yamalak. Koşarcasına mutfağa gidiyor. Kireç beyazı yüzüne düşen şaşkınlıkla öylece bakıyor bir süre. Mehmet’in Kadir İnanır bakışlarıyla süzdüğü, ince belli Gülistan’ın yanakları kızarıyor. Ocağın üstünde tencereler kaynıyor. Masanın ortasına konmuş yeşil salataya, hemen yanındaki yoğurt kasesine ve evyeye öylesine atılmış ekmek bıçağına bakıyor, Halime.
“Ölün lan! Ölün! Hepiniz ölün!
Bir cevap yazın