Kolları ve kaba etleri iğnelerden sızlıyordu. Günlerdir ateşi düşmemişti. Onu bilinç ile bilinçsizlik arasındaki sınır bölgesinde tutan bir ateşti bu.
Uzun ve derin bir uykudan sonra uyandı. Yüzü aynaya dönük yattığı için uykulu gözlerle uzun uzun kendini inceledi.
Uyandığında sanki zaman tahrif edilmişti. Bir şeyler yapma arzusunu öldüren nafilelik hissiyle dolmuştu içi.
Uyandığında gündüz ve gece yoktu. Sadece sessizlik vardı. Zaman geçmiyordu. Atılan taş hâlâ orta yerde asılı duruyordu. Zaman oydu aslında. Irmak oydu, ok, taş, deniz oydu.
Uykuya dalan ruhu ne insanları ne de mekânları anmadan, birkaç yıl boşlukta öylece sürüklenmişti.
Yataktan zar zor kalktı. Saçını eliyle arkaya yatırıp kendine çeki düzen vermeye çalıştı. Ardından odadan çıktı. Evin geniş bir bahçesi vardı. Evden çıkmak istedi. Çıkamadı.
Çünkü az ötede evi çevreleyen yüksekçe bir duvar vardı. Kesilmemiş taşlardan örülmüş ve kabaca sıvanmış bir duvardı bu.
Bir kapısı yoktu duvarın. Sadece dışardaki sokağın geometrisine uygun bir çizgiye, bir sınır düşüncesine indirgenen bir şekli vardı.
“Kimin içeride kimin dışarıda olduğu, aslında duvarın hangi yanından baktığınıza bağlıdır” diye geçirdi içinden. Bu düşünce birazcık da olsa ferahlattı içini.
Dışarıda yeterince hava, yeterince yağmur, çimen, okyanuslar, yiyecek, müzik, yapılar, fabrikalar, müzeler, makineler, kitaplar, giysiler, tarih, unutuş, unutuluş, devrimler ve çokça sis vardı.
Ruhunu kapatıyordu sis. Yarı geçirgen örtüsüyle ince ipliklerden acıları hafızadan şimdi’ye sızdırıyordu.
Karanlıkta yokuş aşağı te uzaklara düşen beyaz taştan bir sisifos topuydu Sait. Onun dönel dünyasıydı bu. Hayatı, kabarmış bir nehrin, suyunu doğru yere akıtacak arklar bulamadığından kuruyup gitmesine benzer yaşantılardan oluşuyordu.
Evi çevreleyen yüksek duvarın üstüne sivri cam kırıklarından bir çit örülmüştü. Ne olursa olsun evden dışarıya çıkmak istiyordu. Çıplak ayak, bahçedeki yenidünya ağacına tırmandı. Ağaç duvara yakın bir yerde bitmiş, dallarını bir ahtapotun kolları gibi duvara doğru uzatmıştı. Duvarın sırtındaki keskin cam kırıklarına bastı. Fakat ne hikmetse ayakları kanamadı.
Duvar yüksekçe inşa edildiği için sokağa atlamayı gözü kesmedi. Orada öylece durdu ve duvarın sırtından sokağa baktı. Hayatın telaşı, sabah izlerinde öç alıcı bir ordu gibi kümelenen insan kalabalıklarını işlerine sürüklüyordu. Ardında iğde kokusu bırakarak bir kadın geçti duvarın dibinden.
Yaşadığı kasaba, kesintisiz uzayan iki sıradağ arasına kurulmuştu. Testere ağzını andıran dağın yamacındaki karlar erimemişti henüz. Karın ağırlığından ağaçların dalları sokakta yaşayan, omuzları çökmüş, kambur gibi duran insanları anımsatıyordu. Hep aynı sokakta aynı köşe başında üşüyormuş gibi duran insanları…
Dağların girinti ve çıkıntılarına göre koylar oluşturarak güneye doğru daralan bir nehir kasabanın tam ortasından geçmekteydi.
Buralara nasıl geldiğini başta anımsayamadı. Hafızasını örten yarı geçirgen sis perdesi birkaç dakika sonra yavaş yavaş aralanmaya başladı. Suyun akışına göre küçük tepelere, dar vadilere, dik yamaçlara ve platolara ayrılan bu sert coğrafyaya komando olarak vatan hizmetini yapmak üzere gelmişti.
Sellerin kıyıda oluşturduğu deltaların böldüğü dağ etekleri çakıl taşlarıyla ve kayalarla doluydu. Sonra tarlalar, bağlar, kır evleri ve kimi yerlerde dağa doğru uzanan orman başlıyordu.
Bölge, yerleşik bir askerî garnizona sahip olma ayrıcalığına sahipti. Askerler yörenin güzelliğiyle meşhur kızlarıyla çarşı izninde tanışmak ve yaz biterken bağlara dağılıp üzüm yiyerek köylülerin bağbozumundan doğacak yorgunluklarını azaltmak gibi ayrıcalıklara sahiptiler. Fakat arazi, zorluğu nedeniyle asilerin de yuvalandığı bir yerdi.
Her operasyona çıktıklarında kaderlerini de yanlarında taşıyorlardı. Aslında askerlerin yanlarında taşıdıkları şey, burada bir parçası, orada öteki parçası, suyun engin, değişken yüzü boyunca belirsizliğe ırayan bir kader çizgisiydi.
Bir kasım günü çıktıkları operasyonda birlikten kopmuştu Sait. Arkadaşları yoğun ateş altında ormanın derinliklerine dağılmışlardı. Kasabanın yolunu sonunda zar zor bulmuştu. Patikada ayağına takılan çakıl taşlarını sağa sola fırlatarak yoluna devam ediyordu. Arada bir başını kaldırıp dikkatle etrafı izliyordu. Güneşin dağın yarıklarından süzülen huzmelerinin çıkıntılı yüzeylerde oluşturduğu irili ufaklı, kırmızımtırak lekeler asilerin yüzlerini andırıyordu. Allahtan silahı vardı yanında.
Sağdaki patika, dağa doğru yükselip camiye uzanıyor, soldaki ise vadideki bir sel yatağına iniyordu.
Patika sonra bir sokak mihrabında son buluyordu. Mihrabın üzerine sarı ve kırmızı boyayla “Tek yol devrim”, “İbrahim yoldaş ölümsüzdür.” şeklinde yazılar yazılmıştı. Az ötede ateş yakılmıştı. Alevlerin yanındaki duvarda, tanımlanması olanaksız başka şekiller de vardı. Bunlar çatışmalarda düşen direnişçilerin ruhlarına atfen çizilmişti. Kiremit renkli ruhlar ve alevler, yer yer boyası silinmiş gri bir zemin üzerinde dans edercesine yer değiştiriyordu.
Alevlerin etrafında uzun bıyıklarının uçları kıvrık, parlak deriden kemerleri olan gençler toplanmıştı. Bu kemerlere ikişer silah asılıydı. Omuzlarına astıkları kalaşnikof marka tüfeklerin namluları parkalarının altından görülüyordu. Bellerinde büyük, parlak pirinçten işlemeli kını olan birer hançerleri vardı. Tüm bunlar ilk bakışta bu adamların birer asi olduklarını gösteriyordu.
Bir zamanlar bu bölgede çok görülmüş fakat sayısı giderek azalan, kaynağını tarihin derinliklerinden alan, bir tür direniş soyağacına bağlıydı bu insanlar.
Bölgenin derin sosyolojisini iyi tanıyordu Sait. Bu bölgede haklılık ile haksızlık hiçbir zaman öyle kesin bir çizgiyle ayrılmamıştı birbirinden. Hükümetle yakın ilişkiler içinde olan büyük toprak sahipleri, varsıl, zorba feodaller bir kısım köylü nüfusun üzerinde egemenlik kurup başka hiçbir gücün karşı koyamayacağı bir iktidar sağlamışlardı. Gerçi köylü de kendisini efendisinin kulu kölesi gibi görmeye alışıktı.
İsyanı bastırmak için güvenlik güçlerine olağandışı geniş ve tarifsiz yetkiler verilmişti.
Gençlerin tam yakınlarına yaklaşınca bir anda binlerce düşüncenin saldırısına uğradı. Asilerle kendisi arasında herhangi bir çıkış yolu olup olmadığına baktı. Kaçabileceği bir yol, bir kimse yoktu. Ne yapacaktı? Geriye mi dönecekti? Bunun için zaman da yoktu. Tabanları yağlamak ise, “Beni takip edin” demekle eşanlamlıydı ya da daha kötüsüydü. Tehlikeyi savuşturamayacağını anlayınca onun üstüne gitmeye karar verdi. Verdiği karar nedeniyle pişman olmayacağını biliyordu. Zira pişman olmaya muhtemelen zamanı kalmayacaktı.
Daha küçük bir çocukken, ormanda dişsiz ve tırnaksız bir hayvan olmanın ne yaman bir şey olduğunu öğrenmek zorunda kalmıştı Sait. Babasını çok erken yaşlarda kaybetmişti.
Babasızlık onda kolay kolay silinmeyen izler bırakmıştı. Sabır gösteren, başkalarını fazlaca haklı gören, alttan alan duygusal bir kişilik geliştirmişti. Yedek subaylık yerine dağ komandoluğunu seçmesi belki de bu fazlaca yumuşak kişiliği bir sertlikle örtme çabasıydı.
Bu düşüncelerin kargaşası içinde debelenirken, allı kızılı yemeni bağlamış genç bir kız belirdi arkasında. Yazmasının altından perçemleri görünüyordu.
Lise yıllarından gizli gizli sevdiği Nora’yı andırıyordu. Kocaman kapkara gözleri vardı Nora’nın. Pencere kenarındaki en arka sırada oturur, konuşmazdı pek. Başını kaldırıp göz göze geldiklerinde bütün okulu yutan bir kara delik olurdu gözleri. Gözlerini kapadığında Sait bakışlarından fırlardı Nora’nın.
Genç kız Sait’e eliyle işaret ederek kendisini izlemesini istedi. Kasabanın öteki ucundaki evinin kapısına vardığında, elindeki kocaman anahtarı hızla kilide soktu. Kapıyı açtı. İçeri girdiler. Özenle kapıyı tekrar kilitledi ve kendini güvenilir bir sırdaşın yanında bulmanın heyecanıyla yaşlı annesinin yanına gitti. Annesi akşam yemeği için masayı hazırlamakla meşguldü.
Evde gaz lambasının aydınlattığı duvara koyunları otlatan bir İsa halısı asılmıştı.
“Anne bak ne buldum” dedi. Annesi karşısında asker elbiseli birini görür görmez yere yığıldı.
Kasabalı Magda’yı, Meryem olarak biliyordu. Yaşlı annesiyle yaşıyordu Magda. Teraslarında yetiştirdikleri birkaç sebze ve tavukla besleniyorlardı. Sert geçen kışlarda ısınabilmek için bazen kitapları, bazen eski mobilyaları, bazen de ormandan topladıkları dal budağı yakıyorlardı.
Bu yoksul ama şefkatten yoksun olmayan iç dünyaya rağmen dış dünya bir türlü bırakmamıştı yakalarını. Radyoda çalan darbe marşlarında, yandaki kerpiç evden duyulan ağlamaklı çocuk sesinde, bir patikanın çağrıştırdıklarında, zorbalardan kaçan bir adamın soluklanışında, ayağına not bağlı bir güvercinde, ılgıma benzeyen anılarda, yerine ulaşmayan asker mektuplarında ve eve dönemeyen yavuklu hatıralarında sızmıştı hayatlarına.
Havada nasıl da insanı altüst eden bir koku vardı; nem ve aynı anda ayazın ısırgan dalgası. Ve bilhassa Nora’nın kömür karası gözlerinde ebedi bir ölümü ve yeniden doğuşu hatırlatan o kararsız, mütemadiyen değişen, ateşli altüst oluş. Adeta çamurdan ve ateşten yaratılmış bir İris’ ti Nora.
Duvarın üzerinden kasabaya doğru bir bakış daha fırlattı. Bir bakış aralığında neredeyse mevsimler değişmişti. Işıklar yanıyor ve sönüyor, atmosferdeki ürperme havayı titretip onu solunmaz kılıyordu. Kasabanın silueti, selvilerin göğe yükselişi, müezzinin okuduğu ezan, her şey en kesif haline ulaşıp bir birbirine karışıyordu. Sonra her şey bir rüyaya, bir karmaşaya ya da kâbusa dönüşüyordu.
Çok küçükken de tüm bunları belli belirsiz hissettiğini hatırlıyordu Sait. Geceleri yatakta gül kokulu çarşaflara sarınır, yorganını ateşler içinde yanan alnına kadar çekip titrerdi babasının geri dönüşünü beklerken.
O titremeler nasıl da Nora’nın bakışlarındaki titremelere benzerdi. Babası gitmeden onun ardından ağlarken “Geçecek bu günler. Sen yeter ki iyi ol yavrum” diyebilmişti sadece.
Magda, önce yavuklusunu askerdeyken sonra sevgili babasını amansız bir sürgünde kaybettikten sonra kendi deyimiyle, “ruhunun bir teneke gibi boş ama vurduğunda ses çıkaran tıngırtısını” yazdıklarına yansıtan biri olup çıkmıştı. Odasının duvarlarını kendi hikâyesiyle kaplamış, satır satır işlemişti yalnızlığını.
Her an ümitlenmek ve her an ümidini yitirmek aralığında annesine sığınmıştı. Annesi bir zamanlar yıldızları bile, hem de binlercesini, ezbere bilirdi. Çünkü onlara öylece alışmış, öylece büyülenmişti onlardan.
Fakat son yıllarda hafıza kaybı yaşayan bunak bir ihtiyara dönüşmüştü. Kim bilir belki de yaşadığı vahşi acılar nedeniyle seçici bir unutkanlıktı onunkisi.
Magda’nın iç dünyası alabildiğine genişti; kâinat ölçüsünde geniş. “Bir başkasının acısını iyileştirmeden iyi olunmaz” diye yazmıştı günlüğüne. “Ruhumun gözleriyle gördüğüm şeyle bu hayata katlanamam, bu yüzden bakmak için arada annemin unutkan gözlerini ödünç alıyorum” diye yazmıştı.
İnsanın incinen yanlarına dokunan devinimine rağmen, içini muhabbetle dolduran bir tarafı da vardı hayatın; şu plastik sürahinin üstündeki üç dal çiçek resmi gibi, en soğuk ve en donuk anda bile hep bahara değin.
Magda’nın yere yığılan annesi bir süre sonra ayıldı. Hiçbir şey anımsamıyordu. Kızına bir yabancı gibi “merhaba” dedi. Yüzü korkudan bir yılanın kurumuş derisini andırıyordu.
Ardından Sait’e “Sen kimsin” diye sordu. İncinmiş bir kadının tebessümüyle bakıyordu Sait’in yüzüne.
“Ne tuhaf değil mi Mihail, takvimleri olaylarla tutuyoruz. Şu kadar insanın öldüğü gün, Magda’nın öldüğü gün, yuvamızın yakıldığı gün, karlı ormanda kaybolduğun gün, her şeyi unutmak istediğim gün” diye sürdürdü konuşmasını. Sonra, “beni evimize götür Mihail” dedi. Sait’i zoraki sürgünden dönmeyen kocası zannediyordu.
Ardından boş boş baktı belirsiz uzağa. Unutuşla birlikte, hayat içinden tekrar kopup gitmiş, zamanın mahzun seyrine odaklanmıştı.
Unutkanlık, eşinin o güne kadar gönderdiği telgrafları, şiirleri ve kuru kamelya yapraklı mektupları yaşamından çıkarıp atmasını sağlamıştı.
Altmış yedi yıl içerisinde mevsimler ve aylar takip edilemez olmuş, sürgüne yazgılı bir yaşamın kimi yerinden portakal ağaçlarının sihirli kokuları yayılırken, en karanlık yerinden sert ayazlar esmiş, bir zaman karmaşasıdır sürüp gitmişti.
Sait Magdalarda bir süre gizlenmeyi başardı. Güzün son demlerinde sıkıcı bir gece vakti, karanlık bir adam elinde meşale ile geçti sokaktan koşarak.
Sait’i onlara teslim etmemesi üzerine asiler Magda’nın evini ateşe verdiler. Ardından silah sesleri duyuldu.
Magda’nın annesi aldığı kurşun yarasıyla derin bir uykuya daldı ve ilerleyen seneler boyunca tüm gördüklerini ve yaşadıklarını unuttu.
Magda zamanın kum fırtınasında bir doruydu aslında. Ya buralardan geçen bir kervan, güçsüz düşünce yükünü çözüp bırakmış ya da ağır zaman arabalarının birisine koşulmuş ve çatlamıştı sonsuz yolculuklar boyunca. Belki sonra acı çekmesin diye sahibi bir kurşun atmıştı şakağına.
O doru çatlamadan önce muhtemelen gözlerini yumup ayakta kestirdi. Adamakıllı çöküp yatmak istemiyordu. Çünkü yatarsa bir daha kalkamazdı. Sonra dayanamayıp muhtemelen sessizce yere yığılmıştı. Kâh uyanık, kâh uykulu öylece oturup durmuştu bir süre. Ölüm kendisini aşağı çekene ya da herhangi bir çöl hayvanı pençesinin tek darbesiyle işini bitirene kadar.
Çatışmanın sonunda Sait de gözlerini yumdu. Başını sımsıkı omzuna yasladı. “Yanımda uyu” dedi tebessümle. Çünkü nasıl ağlanacağını bilmiyordu.
Ekim ayının sonuydu, tüm savaşların bittiği ve hatırlamanın tekrar faaliyete geçmeye başladığı sene. Duvarın üzerinden sokağa doğru bir bakış daha fırlattı.
Sokaktaki ağaçların büyümesi uzun yıllar önce durmuştu sanki. Rüzgârsız havada yaprakları dökülüyor, uzun bir uykuya hazırlanan toprağı örtüyorlardı.
Duvarın üzerinden gözün alabildiğine uzanan boşluğa baktı. “Kar yağıp, hava hepten soğusaydı keşke. O zaman belki metalin soğukluğundan çekilirdi eller. O zaman belki ölmezdik” diye geçirdi içinden.
Ardından bahçeye çevirdi yüzünü. Bu ev, bir zamanlar annesinin elinden tutup duvarın sırtına çıkardığı, onu bir başına yaşamaya gönderdiği, şimdiyse ölmek üzere geri döndüğü yerdi.
Yine mevsimler değişti sessiz sedasız. Rüzgârın sürüklediği ölü otların hareketini takip etmekteydi zaman. Geçip giden yıllar boyunca rüzgâr, kumu, yaprağı bir ileri bir geri kovalamış, o ise ezeli yerinde kalmaktan ötürü yaşlanıp büzülmüştü iyice.
Yeniden başlayan sağanağın savurduğu damlaların, gözlüğünün camlarına çarpınca çıkardığı sesleri dinledi.
Sivri cam kırıklarına dokundu. Kesiciliklerinden bir şey kaybetmemişlerdi. Duvardaki çivi boşluklarına bakar gibi göğün tavanına baktı. Yıldızların çoğu sönmüş, kuyruklu olup kaymıştı.
Avucunun içinde terden ve sıkmaktan buruşup hamurumsu kıvama gelmiş bir gazete parçası tutuyordu. Gazete paçasında Magda’nın fotoğrafı ve sol yanında bir karanfil. Üç tutam perçemini alnına özenle düzlemiş. Gülümsemiş. Gözleri her zamankinden daha büyük. Öldüğünden haberi yok fotoğrafının.
Ağlıyordu Sait. Magda’nın konuştuğu dilden dökülüyordu sesine kelimeler.
Mevsimler hızla değişirken duvarın üstünde sessiz sedasız bir beden çürüdü azar azar. Anlaşılan olmanın hiç haline yakalanmıştı Sait. Bari ölü beden sağlam kalsaydı. Tutacak, anacak bir şey olurdu elinde. Oysa öyle mi, rüzgâr esip, su akıyor ve her şeyi aşındırıyorlardı, kayayı bile. Taşlar toza dönüp, adeta hiç ve unutuş oluyordu her şey. Bir zaman yaşayanlardan kimseleri bulamak imkansızdı artık. Hepsi kayıptı.
Kaşık çatal sesleri. Masaya konan tabakların tok sesi. Sucuk ekmek kokusu, yeni terlemiş bıyıklara bulanan çilek reçeli, annesinin kahkahası, şubat soğuğunda içerde gümbür gümbür yanan soba, yemekten sonra babaya pişirilen közde kahve, kedi patisinin sıralı küçük adımları uysallığınca akan zaman, Nora’nın ve annesinin yumuşak sokulgan sesi. Hepsi kayıptı…
İleri yaşlarına değin Sait’in yüreğinde Magda adlı bir kadın, beklenmedik bir anda kederle ayaklanıp koşmaya başlardı ve geçmişin karanlığında büyümüş bir çocuğun gözlerinde ölüp giderdi tekrar.
Bir cevap yazın