Yine kan ter içinde yatağımdan fırladığımda saat gece yarısını çoktan geçmiş, zar zor daldığım uykulardan böyle havaleli kalkışlarım moda olmuştu. Tanrı biliyor ya böyle zamanlarda yaradılışım ile ilgili bir zamanlama hatası olduğunu düşünmüşümdür hep. Karmakarışıktım. Her uyanışım aynı akıbete uğruyor. Düşünceli gündüzlerin ardından gecelerde dar geliyordu artık. Bir garip ademoğluna duyduğum aşk tüm imkân ve imkansızlıkları ile gözbebeğime oturuyor. Dışında ne varsa karanlıkta bırakıyordu.
Nerden baksan yüzyıllık ruhumun zamane ile olan uyumsuzluğu, eğreti davranışlara dönüşüyor. Gece gibi zifiri karanlık duygulara uyanıyordum.
O gece alabildiğim en derin nefesi alıp, dile getirilmesi mümkün olmayanı yazmaya karar verdim. Yüzüme çarptığım su ile ayıldığımı varsayarak oturduğum masada kağıdıma düşen ilk cümlenin sonu anlatıyor olması acının bile tadını kaçırıyordu.
‘’ Masallara inanmayan biri hangi masal’ın kahramanı olabilir ki’’
Tam bir kontrolsüzlük hali olduğunu zannettiğim aşk, zihnimin gösterdiği muazzam dirence karşı zafer kazanamasa da ruhum da yadsınamayacak seğirmelere neden oluyordu.
Tenin ten’e değmeden yanabildiği bir zamanın, kadim iklimlerinden birinde anlatılan bir masala inandırmıştım kendimi. Kendiliğinden ruha sızan ve mutlaka akışında teslimiyet olan bir duyguya.
Halbuki ben bu hikâyeye yakın bile değildim.
Ruhu kayıp. Varlığı ispata muhtaç bir adamdı. İnsana özgü olan duyguların varlığını duyumsadığınız anları sınırlı, gülüşü sadece kendi menfaatleri için kullanabileceği kadar azdı.
Anlamsız bulmakla beraber karmaşasında kaybolma fikrini inanılmaz çekici buluyordum.
Kibirli ve uzak tavrına karşılık herhangi bir içsel sızıya dair emare göstermesem de sızlıyordum.
Yeşile çalan gözlerinin sığlığında ormanlar hayal ediyor. Zihnimin tüm ret edişlerine inat hayallerimi onunla dolduruyordum.
Hayallerimin mükemmelliği onu benim için değil ama beni onun için ulaşılmaz kılıyordu.
Çerçeveletip kalbimin duvarına resmini astığım sevgilinin içimi ürperten ellerinin kalbime ulaşması mümkün değildi.
Zaten masallara inanmayan bir adamın ulaşmak isteyeceği bir yer de değildi.
Peki ben ne yapacaktım?
Kaçınmaya çalıştığım bir acıyı bastırmak üzere küçük masum bir oyundan, büyük bir aşka dönüştürdüğüm, son hali ile hayallerimin ve düşüncelerimin büyük bir kısmını kaplayan bu adamı unutmaya kendimi nasıl ikna edecektim.
Her şeyin ayan beyan farkında olan zihnim, kalbime sözünü geçirebilecek miydi?
Aylarca sürdü. Mana arayışları, çocuksu darılmalar, ani öfkelenmeler, mevcutu reddediş, gülümseten hayaller, ardınlar nefessiz bırakan geceler.
Ece’nin gelişine kadar;
Ece otuz beşinde olmasına rağmen oldukça alımlı, iri yeşil gözlere ve ergen bir kalbe sahipti. Çalıştığımız ajansa 3 aylık geçici bir proje için gelmiş. Geldiği ilk gün, tanıştığı ilk kişide ben olmuştum. Çok kısa bir süre içerisinde de kurduğumuz yakın arkadaşlık herkesin malumu olmuştu. Çok değil birkaç hafta sonraydı kaçamak bakışmalarını yakalamıştım. Ece’de nerden bilsin her sabah buluştuğumuz simitçide birden söyleyiverdi. Yener, sence de çok hoş değil mi? Fazla çapkın galiba. Bana nasıl baktığını fark ettin mi?
Elimin titrediği belli olmasın diye çay bardağını nasıl masaya bıraktığımı bilemedim.
Hani varamadığın ya da varırsan bozulacağından korktuğun hayallerini korumak için imtina ettiğin hele de gizli bir duygun varsa, tam tersi davranmak zorunda hissedersin ya işte öyle oldu.
Benim de üstün gayretlerim sonucu tam iki hafta sonra ilk buluşmalarını gerçekleştirmişlerdi.
O gece hiç uyumadığım için kabusla da uyanmamıştım haliyle. Sabaha karşı yorgun düşüp sızdığım uykudan Ece’nin telefonuna uyandım. Nasıl muhteşem bir akşam yaşadığını anlatıyor, tüm konuştuklarını harfi harfine aktarıyordu. Yeter diye çığlıklar atan iç sesim göğsümün ortasında zonklarken zoraki olduğunu anlamadığını umduğum bir ses tonu ile ‘canım müsait değilim daha sonra konuşalım mı’’ diyebildim.
Sonraki birkaç gün boyunca da bu konuşmayı erteleyebilmek için halsiz hasta bir tavır takınmak zorunda kaldım. Benim sessiz kaldığım süre içerisinde de ilişkileri ilerlemeye devam etti.
Ta ki Ece, onun için kısa süreli, geçici bir heves olduğunu fark edene kadar.
Tüm hayatını haz üzerine kurgulamış olan bu adam, mevcutu korumayı başarmış. Ancak gerçek hazzı tanımasını sağlayacak birçok duyguyu da bu yüzden kaçırmıştı. Duygularının körlüğüde kendi gücüne tapınıyor olmasından geliyordu. Bu aynı zamanda da onu dünyanın en korkak adamı yapıyordu. Ama ben kurduğum hayallerin daha doğrusu ikincil dünyamın mutluluğunun devamı için bu yönünü yok saymaya çalışıyordum.
Üç ayın sonunda büyük vaatler ve tatlı sözlerle tekrar görüşmek üzere uğurlanan Ece üzülse de bu durumu kısa sürede kabullenmişti. Belli ki oda masallara çok fazla inanmıyordu.
O günden sonra bir daha Yener’in gözlerine hiç bakmadım. Yok saydığım tüm kusurları Ece ile gözlerimin önüne serilmiş. Ve bu hayal kırıklığı beni, onun asla ulaşamayacağı tek kadın yapmıştı.
Ece ajans’ tan ayrıldıktan sonra beni birkaç ay aramaya devam etti. Tabi her aradığında Yener’i sormayı da ihmal etmedi. Umursamaz gibi görünmeye çalışsa da belli ki hala etkisinden kurtulamamıştı. Hala ona söylediği sözler üzerinde düşünüyordu. Öylesi iltifatlarda bulunan, kendini tanrıça gibi hissetmesine neden olan adamın ani değişiminin şaşkınlığını üzerinden atamamıştı.
Bir defasında ona söylemeyi çok istemiştim aslında.
Yener, aşk gibi bir deryada balık bile olamaz.
Aşk dediğin göz ister. O görmez. Huy’u bu Ece, sevmez. Gelir ama varamaz. Varsa bile fark edemez.
Diyemedim tabi.
Sustum. Ece’ye, Yener’e, kendime aşk’a.
Bir tek geceye konuştum. Ve unuttum.
Şimdi her şey bitti dedim. Geceye baştan başladım.
Bir varmış bir yokmuş….
Bir cevap yazın