O gittiğinden beri bütün sular bulanık, hava puslu, toprak kuru. Ecelsiz ölüm sisi kaplamış bedenini. Nefesi kesik kesik, gözleri her an yaşlı. Yüzünü hatırlayamamaktan korkuyor bazen. Tek unutamadığı parmak uçlarının sıcaklığı… Dışardan gelen bir ses bölüyor hayalleri. Evin duvarları geliyor üstüne. Dördü ilerliyor, sıkıştırıyor, nefessiz bırakıyor. Daha önce duyduğu sözler yankılanıyor her yerde, kulaklarını tırmalıyor. “Ne olacak kız azcık cilveleşsek. Kocan yok zaten beş senedir. Özlemedin mi bir şeyleri?” “Konuştuğun o adam kimdi kız? Dün akşam sizin evde ses vardı sanki. Etrafa bakma… Dar giyinme… Gece dışarı çıkma… Fazla konuşma… Gülme…” Biraz bekliyor, sakinleşiyor, gücünü biriktiriyor derinlerinde. Aşabilsem sizi, diyor içinden. Kurtulabilsem gölgenizden. Sonra itiyor tüm gücüyle duvarları yerlerine geri gönderiyor. Nefes alıyor tekrar. Günler günleri kovalıyor. Durum daha da kötüleşiyor.
Her zamanki gibi hava, su, toprak… Zaman aynı seyrinde ilerliyor. Düğün fotoğraflarına bakıp, o günlere dönüyor. Saçlarına takılı gümüş teller ışıldıyor. Elini boynuna götürüyor. Kendisine helâl olanın aldığı gerdanlığın yokluğunun ürpertisini hissediyor parmaklarında. Oysa ne kadarda sevinmişti ilk gördüğünde. Sonra yeter ki gelsin, diyor içinden. Ben gerdanlığım olmadan da yaşarım. Kalbindeki sızı biraz olsun hafifliyor. Kapı çalıyor, onu sesine benzetiyor duyduğu sesi, içi ürperiyor. Donup kalıyor önce, sonra koşarak açıyor. Gördükleri sarsıcı… Elindeki çerçeve yere düşüp param parça oluyor. Fotoğrafın ortasında kocaman bir çizik. Kan beynine hücum ediyor.
Sonsuz teminat taşıyan sözler havada uçuşurken bir anda oturduğu yerden kalkıp çıkıyor yola. Tüm tanıklar lâl. Hırsla yürüyor. Başörtüsü kayıp düşüyor yere fark etmiyor. Pabuçları yok ayaklarında. Gözleri yıllardır olduğu gibi yine yaşlı… Yoldan geçenler şaşkın, onun gözleri kör. İlerliyor gücünün yettiğince. Rabbin insana taşıyabildiğinden fazlasını vermediğini bilse de ilk anlardaki yük taşıyıcısını ezip geçiyor. Hayattan ölüm, bugünden yarın, ecelden ayrılık ağır basıyor. Çamura giriyor ayakları fark etmiyor. Etekleri ıslanıyor. Tek başına gitmeyi bile düşünemeyeceği ormandan geçiyor. Ağaçlar geçiyor yanından hepsi birbirinin aynı. Sincaplar etrafa kaçışıyor, görmüyor. Kuşların, yılanların, böceklerin sesleri yankılanıyor, duymuyor. Beş yıldır korktuklarına inat hiç korkmuyor bu sefer. Göl kıyısına kadar iniyor. Sudaki akis çarpıyor gözüne, duraksıyor. Perişanlığıyla bezeli güzelliğini onaylanıyor gözleri. Acısı kalbinin zarını titretiyor bir kez daha. Dizlerinin üzerine çöküp göğü delercesine haykırıyor. “Yer yarılsa da yerin dibine geçsem. Gözlerim kör olsa da görmesem sevdiğimi başkasıyla. Kulaklarım sağır olsa da duymasam ikisinin birbirine karışan seslerini. Rabbim! Bunca yıldır sözümün yükü belimi bükerken yine de sadakatimle bekledim onu biliyorsun. Karnı burnunda bir kadınla kapıma dayanmış, utanmadan. Bu muydu bana layık gördüğü? İçimin alevi yeryüzüne çıksa arkamdaki ormanı kül eder, önümdeki gölü kurutur. Bu yer taşımaz beni. Bu beden bu cana az gelir. Al beni göklerine, serinlet yüreğimi yalvarırım.”
Dua katında sesi duyuldu. Merhamet düştü yeryüzüne. Derken gökte gözleri duru, boynunda zarif kara gerdanlığı, başında tacıyla bir turna. Acı sesi yankılanıyor alabildiğine her tarafta. Turna kutsal bir kuş. Kanı lanetli. Öldürenin boynuna vebali büyük. Kendi gibi tek eşli… Ona doğru uçuyor, tam çarpacakken falso alıp ilerliyor. Tekrar ediyor devinim sürekli… Sanki kalk ayağa, diyor. Gel benimle, beni o gönderdi. Kurtaracağım seni. Sonra daha fazla beklemenin gereği yok diye düşünerek, ileriye doğru uçuyor. Bekleme, diyor. Biraz daha beklersen kaybolacağım.
Hızla kalkıyor yerinden. Unutuyor bir an her şeyi. Koşuyor olan gücüyle. Turnayı yakalamaya çalışıyor. Taşlar kesiyor ayaklarını, düşüyor dizi parçalanıyor, umursamıyor. Kalkıyor yeniden. Kurtuluşuna gider gibi kararlı. Umudunun menzili uzun, gözleri ışıklı… Ne kadar yürüdüğünden habersiz uzun süre takip ediyor turnayı. Ta ki büyük bir duvarla karşılaşıncaya kadar.
Taş, taş üstünde. Yüksekliği beş metre. Yaklaşıyor. Sesler duyuyor derinlerden gelen. Dayıyor kulağını duvara anlamaya çalışıyor. Fısıltılar, hıçkırıklar, kaçamaklar, acılar… Yılların sırrı birikmiş birbirinin üstüne. Suskunluklar, kırgınlıklar, yalanlar… Tanıdık sesler bunlar. Sorunsuz gibi görünenlerin sesleri. Ona acıyanların. Yalnız olmadığını hissetmenin bilinci rahatlatıyor bedenini. Kısa bir süreliğine huzur buluyor.
Akşam olmak, güneş batmak üzere… Evin duvarları geliyor aklına tekrar. Bedeni titrer gibi sallanıyor. Hava gittikçe soğuyor. Bulutlar birikiyor küme küme. Biraz daha beklerse gölgesinde kalacak duvarın. Karanlığın içinde iyice boğulacak. Sonra turnanın sesini duyuyor. Uzaklaşıyor turna. Kanat sesleri siliniyor kulaklarından. Kaybedersem onu, bende kaybederim, diyor içinden. Derin bir nefes alıyor. Ne kanayan dizi, ne yırtık eteği, ne de milletin ne diyeceği umurunda. Parmaklarını geçiriyor taşların arasına var gücüyle çekiyor kendini yukarı. Sonra diğer ayağını daha yukarıdaki başka bir taşın arasına. Biraz daha yukarı, biraz daha derken en tepeye ulaşıyor. Yukardan her şeyi görebiliyor. Gölü, ormanı, tarlasını, köyü, evini… Onu hatırlıyor yine. Sözümüzün kutsallığı gözünde bu kadarmış demek ki, diyor içinden. Derin bir nefes alıp, veriyor. Nefesi alev alev. Turnayı arıyor sonra gözleri. Uzaklaşmış, acele etmezse yakalamak zor. Telaşına yorgunluğu yardım ediyor. Ayağının altındaki birkaç taş aşağı yuvarlanıyor. Ardından kendini duvarın dibinde buluyor.
Köyden duyamadığı sesler yükseliyor göğe doğru. “Gelen kadının boynundaki gerdanlığı gördün mü, ne kadar güzel, kaç aylık hamileymiş, beraber mi yaşayacaklar, adam gece kimle yatar ki, sen onca yıl bekle kocan başkasının olsun.”
Başında derin bir zonklama. Vücudu ağır. Acıları dinmiş. Ruhu kafesinden kurtulurken her yer gri tonlarına bürünüyor. Ecelsiz ölüm sisi dağılıyor. Sonra hiç görmediği kadar parlak renklerle boyanıyor etraf. Kelebekler uçuyor. Kuş sesleri duyuluyor. Ağaçlar, çiçekler, temiz hava… Ayağa kalkıyor. Dizi düzelmiş, gücü yerinde, mutlu. Kendisine seslenen birini duyuyor. Ardından bir çığlık. Arkasına bakıyor, kimse yok.
Köyden yine onun duyamadığı sesler yükseliyor göğe doğru. “Aman! Kızlar, duydunuz mu kendini intihar etmiş sizin ki, kan içindeymiş her yeri, paramparçaymış, bu dünyada gülmediği yetmiyordu da cehennemlik oldu baksana, dayanamamıştır abla öyle deme.”
Turna geliyor. İki taneler. Yanına eşi gelmiş. Birlikteler. Ayrılmamışlar. Neşeyle uçarak ona doğru geliyorlar. Seviniyor. O da onlara doğru uçarcasına koşuyor. Etrafında çiçekler…
Bir cevap yazın