Kapı çalındığında bilgisayarımın başında internette sörf yapıyordum. Aslında günün tam bu ortasında yazı yazmam gerekiyordu, çünkü bir konu hakkındaki birikimlerimi kağıda dökmem lazım gelmişti. Yazdıktan sonra, yazdıklarımı üç kişiye okutup “Olur”larını aldıktan sonra yayımlanacak dergiye göndermeliydim. Fazla derine girmeden, okuyucuyu sıkmadan, ama yüzeysel olmasından da sakınarak, eğitimimden dolayı belirli bir altyapının bana verdiği iktisadi bir konuydu kalem almamı gerektiren. Bitcoin ne işe yarar? Halbuki benim eğitim yıllarımdan nice sonraları çıkmıştı ortaya. Gazetelerin günlük haberlerine kısaca göz attıktan sonra internet olayına ara verdim.
İlk cümle: “Bitcoin paradır ve ekonomistlerin para teorisinde bunca yıldır dile getirdikleri çerçevede ele alınmalıdır (nokta). Ama nasıl paradır? Bugüne kadar para olarak bilinen itibari banknotları destekleyen devletlerin merkez bankalarının sahiplenmesi gerçekliği vardı. Bitcoine ise kurucu firmaları sahipleniyor. Merkez bankalarının arkasındaki otorite devlettir. Özel nitelikte firmaların çıkardığı dijital paraları devletler sahiplenecek mi? Niye sahiplensin ki?
Yazıyordum, ancak sıkıntıdan da perişan bir haldeydim. Ülkemde yaşayan insanların çoğunun normal geçimlerini sağlayamadıklarının farkındaydım. Bitcoin gibi dijital paralarla ise bir takım azınlık insanlar ilgileniyordu. Ülkemdeki çoğu insan bunlara kulak asmıyordu. İnsanların derdi evlerine ekmek götürmek, ailelerini beslemekti. Ya da daha genel anlamda eşlerin de çalıştığı kabul edilirse, aile bütçesine katkıda bulunmaktı. İşsizleri, yoksulları ve yoksunları hiç hesaba katmazsak, çalışanların halini düşünecek olsak, onların da bitcoinle ilgilenecek birikimlerinin olduğunu düşünmek hayalden öte değildi. Ama yazmalıydım. Talep edilmişti bir tanıdığım tarafından.
Mecburen telefonuma sarıldım ve benden yazıyı isteyen tanıdığıma telefon açtım. Gündüz saat on iki olmasına rağmen uykulu bir şekilde telefonuma cevap verdi. Kısaca sıkkınlığımın nedenini açıklayıp yazıyı neden yazamayacağımı izah ettikten sonra, affına sığındığımı bildirerek durumumu açıkladım. Önce kabul etmeye pek yanaşmasa da, kabullenmek zorunda kaldı.
YAZMA SÜRECİ
Zorla yazı yazılmıyordu hiçbir şekilde. Yazıyı yazmak için o konuda birikim sahibi olmak yetmiyordu. Konuya ısınmak, içselleştirmek ve sahiplenmek gerekiyordu. Bunlar yazının yazara yüklediği psikolojik baskılardı. Yazı yazmak bir anlamda dert anlatmak demekti. Konu hakkınızda derdiniz yoksa ve okuyucunun çoğunun dikkatini çekmeyeceğini düşünüyorsanız, zorla güzellik olmuyordu.
Telefon konuşmasından sonra üzerimden bir yük kalktığı için rahatlamıştım. Bilgisayarımın başına geçtiğime göre istediğim konuda çalışmama devam edebilirdim.
Aklıma muhteşem bir düşünce geldi: Siyasettekiler, onlarla yoksulluğu ve yoksunluğu konuşmaya kalktığınızda “Bana fakir-fukara edebiyatı yapma” diye konuyu kapatmaya çalışırlardı. Ben de yazacağım yazıyı bir edebiyat dergisine göndermek istediğimden, tam da bu konuda yazabilir ve edebiyat yapabilirdim.
Ülkemin insanları bol bol borçlanma uğruna harcıyordu. Borçlanmak gelecek gelirini ipotek altına almak demekti. Nasıl olsa öyle ya da böyle ödenmesi gerekiyordu ve zorunluydu. Aksi halde yaptırımları vardı, hukuksal ve idari. Borçluluğunuz ödenemeyecek duruma geldiğinde iflasının sınırına gelmişsiniz demekti. Ülkemin ekonomik durumu hiç de iç açıcı değildi, çünkü çarşıda pazarda şöyle bir dolaştığınızda esnafın müşteri beklediğini ve moralsiz olduğunu yüzlerine bakarak anlayabilirdiniz. Çoğu müşterinin olmadığı boş dükkanları bekliyordu. Bulunduğumuz zamanlar koronavirus zamanlarıydı. Hükümet bazı önlemlerle esnafın dükkanlarında kısıtlamalara gidiyordu. Bazı esnaf dükkanları ise kapalıydı. Hizmet sektöründe yer alan turizm sektörünün kan ağladığını haberlerden öğrenmek hiç de garipsenecek bir olay değildi. Meta zincirleri ve lojistik ağlar arasında kopukluk vardı. Bundan dolayı üretimde de sıkıntılar oluyor, ürün pazara üretildiği fiyatın çok üzerinde geliyordu. Ülkemin ekonomik ahvali bu yöndeydi.
Bir de bunun sosyal boyutları vardı. Evlenmek isteyen çiftler düğünlerini ertelemek zorunda kalmışlardı. İletişim ağları, okul gibi eğitim alanları, sağlık sektörünün kovid dışındaki hastalara hizmetlerinde aksaklıklar vardı. İki bin yirmi yılında yedi yaşında olan çocuklar okul ve öğretmen yüzü görmemişler, okuma-yazma öğrenememişlerdi.
Sınıfsal olarak analiz edildiğinde yoksulların ve yoksunların pandemi sürecinden daha fazla etkilendiklerine şahit oluyordum. Şehirli mülk sahiplerinin birikmiş gelirleri olduğundan harcamalarını karşılayacak birikimleri mevcuttu. Ancak günlük kazanıp günlük harcamakta olan esnaf gibi gelirleri gündelikten meçhul kişiler dükkan kirasını bile ödeyemez hale gelmişti.
ŞÜKÜR Kİ EDEBİYAT VAR
Allah’ım ekonomistler ne kadar sıkıcı bir bilimle uğraşıyorlarmış. Bu yukarıda yazılanlar Adam Smith’den bu yana yaklaşık iki yüz yıla aşkındır tekrarlanıyor, fakat hiçbir iyileşme olmadı. Demek ki, insanların bu gerçekleri bilmesi değişiklik yaratmıyor. Ne de olsa, “felsefeciler bugüne kadar dünyayı yorumlamakla uğraştı, asıl olan onu dönüştürmektir.” Ancak dünyayı nasıl yorumladığınız size, neye dönüştüreceğinize ve nasıl dönüştüreceğinize karar vermenizde yardımcı olur. Aksi halde tarihsel süreçte kaderin size biçtiği rolü oynarsınız ki, bilinçliliğiniz ve birikiminiz size hiçbir fayda sağlamaz.
Aslında yukarıda zikredilenler birey için değildi. Birey her yola girebilir. Anlaşılması gereken toplum denen çoklukların nasıl hareket ettikleri ve onların hareket yasalarını öğrenmektir. Hemen bir sonuç çıkarabiliriz. Genel olarak ülkemin ekonomisi kötü gittiğinde, çokluklar tepkisel olarak hükümetleri ve devletin kurumlarını suçlar. Bu da normaldir. Burada dikkate alınması gereken suçlar da ne yapar? Hükümeti suçladığında yasal ve meşru yollarla hükümeti değiştirme imkanını bulduğunda, yerleşik kültürleri ve süreç içindeki deneyimleri bu yönde bir tortu bırakmışsa, seçimlere gidilir ve görünür değişim sağlanır. Aksi halde önce yasal olmayan ancak meşru olan yolla değişim sağlanmaya çalışılır. Zaman içinde çokluklar sadece hükümetin değişmesi ile yetinilinemeyeceği kanısına ulaşacak günlük politik bilince sahip olursa, kütlesel olarak meşru dönüştürme hakkını kullanır. Bu dönüştürme hakkı toplumun sahip olduğu ve bireylerin elinde bulunan üretim araçlarının özel mülkiyetinin hukuki olarak değiştirilip toplumsallaştırması olursa, buna “devrim” denir.
GÜÇ KİMDE?
Ülkemde devrim olgusu belirli bir ekonomik, ideolojik, siyasi ve askeri toplumsal güç kaynaklarının toplumun çıkarına ve yararına, kütlelerin kendi kaderlerini kendi bilinçleri ile ele alması anlamına gelir. Bu ekonomik toplumsal güç tarihsel olarak ülkemde temerküz etmiş, ideolojik toplumsal güç işçi ve çalışamayanlarca benimsenmiş, siyasi ve askeri toplumsal güçler ise öncülerin kullanımında olmalıdır. Daha doğrusu sıkıntısız bir dönüşüm için solcu bir hükümet ülke kaynaklarını toplum yararına organize edecek faildir. Bunun için ilerici devlet sınıfları fraksiyonlarından destek alınabilinir.
Böyle bir dönüşümü sağlayacak oluşum belirli bir eğitimden geçmiş, kütlenin öncüleri aracılığı ile ve farklı örnekler de incelenerek nasıl olması gerekir sorusuna cevap alabilmek amacı ile bu öncülerin iletişim kanallarınca oluşturulur. Tarihteki her devrimci dönüşüm gerçekleştiği ülkelerin özelliklerini barındırdığı için özgündür, kopyalanamaz. Ayrıca, devrim sonrası uygulanacak sosyal pakette o ülkeye ait olacaktır.
Bu açıdan baktığımızda ülkemin tarihinde gerçekleşen 1960 Darbesi, ilericilerin önünü açtığından 1971, 1980 ve 1998 ile kıyaslandığında ilericidir. Diğerleri demokrasiye despotik darbenin vurulmasıydı ki, gericidirler. İlericilik ve gericilik ikileminde ele aldığımızda İran Humeyni’si ile Fethullah Gülen 2016’sı, ne devrimdi, ne de ilerici idi.
Burada ilerici olarak bahsettiğim ögeler, eğer toplumsal alt katmanların yararına çalışıyorlarsa ilericidirler. Bunun için de medeniyetler tarihine bakmak gerek. Medeniyetlerin ileride olanları toplulukların geniş kesimlerince faydalı görünenlerin tarafına geliştiğini kabul etmekteyiz. Bakalım şöyle; köleci toplumdan nereye gelmişiz? Adına ister sosyalist deyin, ister komünist, gelecek medeni toplum geniş kitlelerin yararına oldukça ilerici olarak adlandırılır.
O zaman nasıl oluyor da çokluklar Ayetullah Humeyni veya Fethullah Gülen’in peşi sıra gitti? Bunun nedeni bireyler kendi çıkarlarının peşine düşerken, piyasada, ekonomik olarak onların ne olduğunu günlük deneyimlerinde görüyor olmalarıdır. Ancak toplum olarak düşünüldüğünde sınıf bir çıkar grubu olmayabiliyor. Sınıflar ayrı ve özerk örgütlenme oluşturmadıklarında ve işçi, çalışmayan sınıflara dışardan bilinç verilmediği sürece, işçi ve çalışmayan sınıflar kütle değil, çoklukturlar.
Ayetullah Humeyni ve Fethullah Gülen İran’da ve ülkemde diktatoryal oluşumların değil, emperyalizmin geri bıraktırdığı koşullarda sıkışmış bir ekonomik ve sosyal yapıların sonucu, tepkisel olarak ortaya çıkmıştır. Bu tepkisellikte dini saikler, ideolojik olarak çokluklara yedirilerek kütle haline getirilmiştir. Benzer ülkeler grubuna baktığımızda Kuzey Afrika ülkelerinin de emperyalizm altında inim inim inlediklerini görüyoruz ki, SSCB döneminde sola yakınlıklarından SSCB yönetimi bu ülkelere “Kapitalist Olmayan Yol” önermişti. Kapitalist olmayan kalkınma yolunda bu ülkeler devletin ekonomiye bir aktör gibi girip şirketlere sahip olmasını öneriyorlardı.
Kapitalist toplumda birey ekonomik olarak kar-zarar hesabı yapabilir. Aileler de en küçük ekonomik birim olarak bunu yapabilir. Ancak daha toplumsal kesimlere doğru çıktığımızda kar-zarar hesapları çetrefilleşir. Toplumsal çokluklar ancak örgütlü oldukları sürece ve tepki verebildikleri sürece ekonomik, sosyal ve siyasi çıkarlarını savunmuş olur. Bunun için önce diğer sosyal kesimlerden ayrılıklarının farkına varmalıdırlar. İşinde çalıştıkları patrondan farklıdırlar. Ücretle geçinirler. Çalıştıkları şirkette yüksek karlar veya zararlar onların ücretlerini doğrudan etkilemez. Birlikte olmaları gerektiğini ideolojik açıdan elde ettikleri bilince göre kabullenmek durumundadırlar. Bu bilinç onları bireysel rekabet eder kisvesinden çıkararak toplumsal eylemlilik içine sokacak sendikalarda ve kendilerine ait diğer örgütlerde yer almalarını sağlar.
SONUÇ
Hımmm! Bu son yazdıklarımı kağıda dökerken hiç sıkılmadım. Demek ki ekonominin içine siyaset, sosyoloji vs. gibi diğer sosyal bilimler girince sıkılınmıyor. Daha da zevkli hale geliyor ekonomi. Çünkü insan ve toplum çok boyutlu. Ne kadar geniş ölçekten bakarsanız o kadar verimli oluyor. Sadece aldığınız paydayı açıklayabilmek için daraltıcı ögelerde kalem oynatmalar olabilir. Ama bu da geniş ölçekli bir paydanın parçalarıdır sadece. Bu noktada yoksulların ve yoksunların edebiyatını da yapmam gerekmedi. Bunu yapsaydım yoksulları güçsüz ve edilgen olarak göstermem gerekecekti. Halbuki benim anlattığım hikayenin son kısmında onlar güçlü ve etken. Yoksullukları sadece göreli. Özellikle daha kalabalık olduklarından siyasi açıdan zenginlerden daha güçlüler. Temsili demokrasi buna izin veriyor. Benim yazdığım bilimsel bir yazı da değil. Sadece bir edebiyat dergisine içimi dökme yazısı. Çünkü bilimsel yazılara bakmaya gerek duymayan edebiyat severlerin de bilmesi gerekenler var ekonominin akademik kısmında yazılanlardan. Bunu nasıl anlatabilirim diye çok düşündüm. Danıştığım dostlar, bu şekilde yazarsam didaktik olacağını söylediler. Maalesef öyle oldu. Ama kaçarı yoktu.
Didaktikte olsa yoksulluk edebiyatını sıradanlaştırmadan, yüzeysel olarak ele alarak, sıkılmadan ele alınması gereken tarafları vardı. Bazıları bunları es geçebilir. Ancak yaşadığımız dünyada katmanlar arasında nitel ve nicel farklar varsa bilmek lazım. Bunu sıradan edebiyatçı eğer ilgilenmediyse daha önceden bilemez. Ancak bir ekonomistin edebiyat yanında durarak bir yazıda deneme mahiyetinde kaleme alması gerekir bu farklılıkları. Bu yüzden olası geleceğimizi nasıl kurgulamaya kalkarsak, edebiyatçının ekonomiye bakışını ve tersinin ihmal etmemiz gerekecektir.
Ben niye akıl etmedim bunca yıldır kendi derdimi anlatabilmek için konuşurcasına edebiyat severlerle dertleşmeyi. Öyle ya da böyle kalın kitaplar içinde bulunanı gün ışığına çıkarmak için edebiyatçılarla buluşmak lazımdı. Çünkü biliyordum ki, günümüzde edebiyat okurları ekonomi kitabı okurlarından kat be kat fazla. Bu yazdıklarım da onlarla dirsek teması.
Bir cevap yazın