Tıkırtıyla gözlerini açtı, yok yahu, tıkırtı değil, bildiğin şangırtı. Saate baktı, hayır, şangırdayan o değil, zaten onun çalmasına daha var. Davulcu desen o da değil, göbeği davuluyla yarışan bıyıklı davulcu şangırdamıyor ki, bildiğin gümbürdüyor, hem de en çok onun penceresinin altında, biliyor bayram bahşişinin dolgun olacağını. Helali hoş olsun, otuz gece boyunca koskoca davulla sokaklarda dolaşmak kolay mı, hem herkes onun gibi pencereyi açıp “iyi geceler evladım” demiyor ki, küfür edip elindekini fırlatanlar da yok değil.
Bir yerlerde bir şerler kırıldı ama nerede, kim tarafından, nasıl, hem de gecenin bu saatinde. Kedi mi acaba? diye düşündü, “İyi de benim kedim yok ki “diye fısıldadı sonra. Oğlan mı geldi acaba, diyecekti ki oğlunun ona haber vermeden, hem de gecenin bu saatinde gelmeyeceğini düşünüverdi. Polisi arasam ama telefonu da çantamda bırakmışım. Başucundaki lambayı açmaya yeltenip vazgeçti, elini göğsüne koyup deli deli atan kalbini sakinleştirmeye çalıştı. Derin bir nefes alıp doğruldu, yumuşak terliklerini ayağına geçirdi. Eşini uğurladığından beri uyurken hep kilitlediği oda kapısının kilidini usulcacık çevirdi, kapı gıcırdamadan açıldı, ne iyi etmişim de Ahmet ustaya menteşeleri yağlatmışım, diye düşündü. Boynunu uzatıp koridora baktı, bahçedeki ağacın yeni yapraklanmış dalları, duvarda sokak lambasının ışığıyla dans ediyor, o kadar, çıt yok. Eğilip terliğinin tekini eline aldı, havaya kaldırıp salona doğru ilerledi. Açık kapıdan içeri başını uzattı, sokak lambasının soluk ışığında bu sefer birini fark etti, kedi değil, oğlu değil, ağaç değil, başka biri ama hiç kıpırdamıyor.
Terlik tutan elini daha da kaldırıp çatlak sesiyle “ Kimsin Sen?” diye bağırdı, karaltı hiç kıpırdamadı. Duymadı mı acaba? diye düşünüp “Sen kimsin?” diye tekrarladı, sesi de çatlağı da büyüdü ama karaltıda tık yok. Bu böyle olmayacak, deyip boş kalan eliyle elektrik düğmesine uzandı. Tavandaki avizenin sarı ışığı salonu aydınlattığında, orta sehpanın tam yanında arkası dönük adamı fark etti. Sen bir bak bakayım bana, diye seslendi otoriter bir sesle, yılların öğretmeni o, biliyor sesini yönetmeyi. Adam kıpırdamadı, duymadın mı, kime diyorum ben, diye tekrar seslendi. Sesinde artan otorite dozuna bu sefer kendi de şaştı. Adam kıpırdadı, yavaş yavaş döndü.
Aa, adam değil bu ayol, bildiğin çocuk, on altı on yedi yaşlarında, kara kuru, sıskacık bir şey. Kara tişörtüyle kemerle büzdüğü pantolonu onu daha da kara göstermiş. Alnına dökülmüş saçlarının arasından kocaman açılmış gözlerinin akları görünüyor. Dudakları iyice kısılmış, elindeki bez torbayı sımsıkı kavramış, titriyor mu ne. Önünde cam parçaları var, sehpanın üzerindeki vazo kırılmış, çiçekler çocuğun ayaklarının dibine yayılmış. Allahtan suyu azdı da ortalık çok ıslanmamış.
Elini indirip terliği ayağına geçirdi. Ah be evladım, dedi, sesi azıcık yumuşamış. Dikkat et, camlar ayağına batmasın, ben sabah gündüz gözüyle toplarım onları, sen gel bakayım benimle mutfağa. Çocuk kıpırdamadı. Gel hadi gel, çekinme, ben de tam sahura kalkacaktım, vallahi sen saatten de davulcudan da önce davrandın.
Işıkları aça aça mutfağa doğru yürüdü, arkasına baktı, çocuk gelmiyor. Gelsene evladım, camlara dikkat et, diye salona doğru tekrar seslendi. Tıkırtılardan çocuğun geldiğini anladı. Mutfak masasında iki sandalyeyi çekti, titreyerek içeri giren şaşkın çocuğa birini işaret etti. Torunum da her geldiğinde buraya oturur, dedi şen şakrak bir sesle. Seninle ayna yaşlarda bir torunum var, biliyor musun, kaç yaşındasın sen bakayım? Çocuk önüne bakıyor, cevap vermedi. Aman, benim torun da senin gibi pek konuşkan değil, o da öyle oturup durur, nasıl da özledim keratayı. Bakalım, önümüz bayram, ziyaretime gelir diye bekliyorum.
Buzdolabını açtı, bak, dedi, zeytinyağlı yaprak sarmam var, çok lezzetli olur benim sarmalarım. Soğuk soğuk midene dokunursa azıcık fırında ısıtıvereyim. Ekmek kutusundan pideleri çıkarıver, hadi ama, durma öyle. Yumurtalı yaptırıyorum pideyi, daha yumuşak oluyor.
Çocuk kalkıp kadının burnuyla işaret ettiği ekmek kutusunu açtı, pidelerin konduğu plastik torbayı alıp masanın üzerine bıraktı. Ne yapacağını bilmez bir şekilde ayakta öylece kalakaldı.
Otursana çocuğum, dedi kadın. Dur hemen çorbayı da ısıtıvereyim, tarhanayı ben kırdım biliyor musun, torun torba yiyor, öyle hazır çorba almam ben. Köfte patatesim de var, seninle yaşıt torunum çok sever, akşamdan kalma ama onu da azıcık ısıtıveririm, bayılırsın. Revani sever misin? Üzerine kaymak mı istersin, dondurma mı? Torun dondurmalı yiyor vallahi.
Hızlıca masayı hazırladı, ısıtılmış pideleri ekmek sepetine dizdi, dumanı tüten çorbayı kaseye boşalttı. Şu üst raftan iki su bardağı çıkarıversene, dedi, benim boyum zor yetişiyor, uzanırken boynum ağrıyor, hah, sağ olasın.
Ya ne iyi ettin de geldin evladım, dedi kaşığını çorbaya daldırırken. Ben yalnız yemeyi hiç sevmem ama amcan rahmetli olduğundan beri mecburen yalnız oturuyorum sofraya. Gerçi sağ olsunlar çocuklar sık sık uğruyorlar ama onların da kendilerine göre hayat telaşları var, her zaman kalamıyorlar yemeğe.
Uzaklardan davulun sesi gelmeye başladı, yaklaştı yaklaştı, tam pencerenin önünde ses yükseldi. Davulcu tokmağı tüm gücüyle savuruyor, bir de mani söylüyor. Ah canııım, dedi kadın gülümseyerek, bu manileri herkese söylemez, biliyor musun. Pencereyi açmaya davranınca çocuğun elindeki kaşık çorbanın içine düştü, tarhana damlaları masa örtüsüne sıçradı. Ayağa fırlayan titrek çocuğa eliyle sakin olmasını işaret etti kadın. Dur yahu, biz Mahmut evladımla her akşam laflarız, sen çorbana devam et.
Pencereyi açıp başını dışarı uzattı, iyi akşamlar Mahmut oğlum, bu sefer sen gelmeden kalktım ben, yemeğe misafirim var da, Allah senden razı olsun, haydi iyi geceler.
Davulcu tokmağını havaya kaldırıp kadını selamladı, sonra da çala çala uzaklaştı. Kadın pencereyi kapatıp masaya döndüğünde çocuğun bir elinde kaşık, öbür eli torbasını sımsıkı kavramış ayakta öylece kıpırdamadan durduğunu gördü. Aa, hadi ama, çorban soğuyacak. Anlaşıldı, sen bu sarmalarla köfte patatesleri bu saatte yiyemeyeceksin. Gece gece insanın canı istemiyor tabii. Dur onları ben bir kaba koyayım da eve götür. Ben boşalmış dondurma kaplarını hiç atmam, işte böyle çolukla çocukla evlere yemek yollarım. Revani de koyuyorum ona göre, gençsin sen, yersin yersiiin.
Kahve yapayım mı sana, fal da bakarım, gönlündekileri görürüm, torun bayılıyor benim fallarıma. Ya anane, diyor. Sen hep güzel kızlar görüyorsun o fincanda ama e hani neredeler? diyor, içmeyecek misin, sen de haklısın, bu saatte uykunu kaçırır şimdi.
Kadın yemek koyduğu poşetleri çocuğun boş eline sıkıştırdı. Ya evladım, dedi, senden bir ricam olacak. Ellerin de dolu ama aşağı indiğinde şu çöp torbasını ilerideki büyük konteynere atar mısın? Sabahları çöp kamyonu erken geçiyor, bazen yetişemiyorum. Hay allah senden razı olsun. Aşağı inerken asansörü kullanma, olur mu. Bu saatte kimseyi rahatsız etmeyelim. Dur şimdi bırak o poşetleri de öp bakayım elimi, yahu durmasana öyle, öp öp. El öpenlerin çok olsun evladım. Al bakayım şu harçlığı da, bayram yakın, vardır bir ihtiyacın.
Kapıyı açtı, haydi uğurlar olsun, çöpe yanlış poşeti atma ha. Güldü, titreyerek merdivenlere yönelen çocuğun sırtına pat pat vurdu, bayramda da bekliyorum çocuğum, baklava açacağım.
Kapıyı kapattığında sabah ezanı okunuyordu. Yatak odasına doğru terliklerini sürüdü. Hırsız mırsız ama efendi çocuk, diye mırıldandı.
Bir cevap yazın