Tren raylarının üzerinde oturuyorlardı. Tepedeki Güneş’e bakılırsa Tanrı’nın yeryüzündekilerden hıncını alır gibi bir hali vardı. Ancak onların bu sıcaktan ne etkilenecek halleri ne de bundan yakınacak güçleri vardı. Güneşin yakıcılığından kararmış ve derileri soyulmuş burunlarından ter akıp bir ip gibi toprağa düşüyordu ve toprakta türlü şekiller oluşturuyordu. Yakup’un ter damlaları birleşip bir Antik Yunan tablosu haline geldiğinde, Salim’inkiler çoktan bir sokak lambası şeklini almış oluyordu. Konuşmuyorlardı. Ellerindeki kurumuş, içinde ağırlaşmış sarımsak kokusu barındıran tatsız tuzsuz bir ekmeği kemiriyorlardı. Şantiye şefi bugün onların midesi için bunu layık görmüştü. Onların şu anki yaşamlarında mideleri için seçim yapma şansları pek fazla yoktu. Ne bulurlarsa yemeleri gerekiyordu, çünkü yaşamak için bunu yapmak zorundaydılar. Ölmek için fazlaca borçları ve sormaları gereken hesapları vardı.
Karınlarını doyurmak için yedikleri şeyleri bitirdikten sonra dinlenmeleri için bir on beş dakikaları daha bulunuyordu. Bu arada her gün olduğu gibi zamanı şaşmadan uzaktan küçük Mustafa göründü. Elindeki termosu kaldırmakta güçlük çekişi orada bulunan işçilerin gün boyunca güldükleri tek şeydi. Mustafa, çocuk denecek yaşta fakat bakışları koskoca bir ömrü içinde barındıran bir yaratıktı. Görevi öğle yemeğinden sonra işçilere su dağıtmak ve uyarına gelirse onlardan bir sigara aşırmaktı. Babası anasını bir cinnet anında doğramış, sonrası anası mezara babası kodese, Mustafa mahallelinin eline…
– “Evet, ağabeyler buz gibi, içeni güzelleştiren Cleopatra’nın banyo yaptığı gül kokulu su geldi. İçeni âlim içmeyeni Salim Ağabey gibi yapıyor.”
– “Ulan hergele kim öğretiyor sana bu lafları, hem kimmiş bu Cleopatra mıdır nedir?” dedi Salim.
– “Hayat öğretiyor be Salim Ağabey bir de şu şantiye müdürü var ya Mühendis Attila işte o.” dedi gülerek. “Cleopatra dediği karı var ya ağabey, mahalledeki Semra Abla gibiymiş. Bizim mühendis de ona vurgun illa bana yap diyip duruyor. Ama ben dedim ki o iş bir kutu cıgaraya bakar. O da söz verdi alacağım almazsam anam ölsün dedi. O zaman iş kolay dedim.”
Konuşurken bir yandan da su doldurup uzattı Yakup’a. Bu arada oradaki işçiler Mustafa ile eğlenmeye devam ediyorlardı. Mustafa bir anda Yakup’a dönüp:
– “Yahu Yakup Ağabey sen de hiç konuşmuyorsun. Ajan gibi adamsın vesselam. Arada konuş da yevmiyeni kesmesinler burada olduğunu bilsinler ağabey.” dedi. Mustafa’nın bu sözleri üzerine işçiler arasında bir kahkaha daha koptu.
Zaman dolduğunda acı bir düdük çaldı uzaktan. Bu, ekmek kemirmeye devam etmeyi istiyorsanız kalkıp işinize bakın demekti. Yakup sağ eliyle sildi alnındaki teri ve terinden ıslanmış olan elini parçalanmış kapkara eldiveninin içine geçirip gökyüzüne bakıp sol elinin olmamasını gerekçe göstererek Tanrıyla gün ortası hesaplaşmasını tamamlayıp döndü işine.
Akşamın bugün de kolay olmayacağı belliydi. Yakup, tek elinin iş görmesi nedeniyle herhangi bir iş makinesi kullanamıyordu bu durum ise onu hamallık yapmaya mecbur bırakıyordu. Bundan yakınmaya yetecek kadar ne yüksek sesi ne de sol eli vardı. Yakup, diğer işçilerin kendisine tek kol, çolak gibi lakaplar takmalarından ve genellikle ayak işlerini görmesi için onu kullanmalarından gocunmuyordu. Sessiz ve kendisine emredilen şekilde işleri yerine getirmeye çalışıyordu. Böyle durumlarda her ne kadar Salim yardıma koşsa da çoğu zaman işini bırakıp Yakup’a yardımcı olamıyordu. Salim ve Yakup arasındaki ilişki tüm işçilerin dikkatini çekiyordu ama kimse bunu sorgulamıyordu. İşçiler zaten hiçbir şeyi sorgulamıyorlardı. Kendilerine biçilen hayatın içinde debelenip duruyorlardı. Salim’in ona duyduğu saygıya kaynak olarak yakın arkadaş olmaları ve Yakup’un Salim’den yaşça büyük olması gösterilip durum geçiştiriliyordu. Her ne olursa olsun hiçbir işçinin arasında olmayan yardımlaşma ve sevgi onların arasında gün ışığı kadar ortadaydı. Kısacası Salim, Yakup’un yaşam yolundaki sol yumruğu olup direnişinin sembolü haline geliyordu.
Bugünü de bitirip şantiyeden ayrılmak için hazırlanırlarken yüzlerinde küçük
bir tebessüm oluşmuştu. Onlar evlerine doğru yürümeye başlarken Güneş de günlük mesaisini tamamlayıp günden payını alarak başka diyarlara yol almaya başlamıştı. Salim yine mahçup gözlerle Yakup’a bakıp:
– “Hocam kusura bakmıyorsunuz değil mi?” dedi.
– “Neden kusura bakayım ki Salim, beni bu halimle başka neresi hangi işe kabul eder ki hem ne olursa olsun insanın üretmesi gerekmiyor mu?”
– “Siz yeterince üretmediniz mi hocam, bakın artık tükenmeye bile başladınız. Gelin çalışmayın benim kazandığım ikimize de yeter. Her akşam bir tas çorba değil mi bize lazım olan? Bunu da karşılayacak kadar yevmiyem var zaten. İçim el vermiyor mürekkep yalamış adamın demir tozu yutmasına.”
Daha fazla konuşmadılar. Zaten bu onların günlük rutin diyaloglarıydı ve
hiçbir zaman bir sonuca bağlanmazdı. Bu nedenle sürdürme ihtiyacı duymadan kafaları önde yürümeye devam ettiler. Tam eve girecekken bugün için hatta geçmiş günler için bir şeyler söylemek gerektiğini düşündü Yakup. Salim’in omzuna koyarak elini:
– “Sen olmasan bazı şeyler yolunda gitmeyecekti Salim. Bak benim yüzümden evinden barkından, karından oldun. Bırak gideyim. Artık yeterince berbat etmedim mi hayatını?” dedi.
– “Hocam bunları artık konuşmasak hem sizinle alakası yok bazı şeylerin. Bu hayatta olması gereken şeyler oluyor bazen. Kadere ne yazılmışsa onu yaşıyoruz. Hem ne demişler şeriatin kestiği parmak acımazmış.”
– “Şeriatin kestiği parmak acımıyor da devletin kestiği el çok acıyor be Salim…”
Bir cevap yazın