Gün’e
Ay’a
daha nice yıllara ve yollara…
Uyarı:
Dolabın önüne kadar geldiğine göre ihtiyaç sahibisin belli ki ey güzel yaralı. Aç kapılarını, korkma. Seç, beğen, al. Olsun bütün bu cümleler yaralarına şifa. Aman ha az bulma. Bunlar son sözcükler değil ki. Aşk, yürekte ölmedikçe; can, tene veda etmedikçe hep gelir yenisi dile.
Bırakıver yerine fazla veya ağır gelirse. Boşa zayi etme. Bulunur nasılsa, kıymet veren söze.
Dur, gücenip de gitme. Bir bak hele. Sen güven yine de bu söz delisine.
Başlayalım öyleyse…
kaldırım taşı
Sokağın köşesindeyim. Yüreğim ve aklım uçurumun kenarında. Bekliyorum ama gelir mi bilmiyorum. Kuzey rüzgarı bu. Nereden, nasıl eseceği belli olmaz. Denizlerin en karası, en dalgalısı. İçine çekip yutabilir, bağrına basıp unutturabilir de her şeyi. Olabilir her yaranın merhemi. Koca bir hayatın, sevincin müjdesi… Yiğitliğimden dimdik duruyorum, yere kapaklanmak çoktan hakkım halbuki.
∞
denizlerin kokusu
Su, aktı üstünden, teninden. Suyun götüremediği, söndüremediği şeyleri düşündü. Hiçbir söz dökülmemişti dilinden. Derin bir suskunluk dönemine girişin ilk belirtileri… Düşünmeye devam etti, daha birçok şeyi geçirdi aklından. Uykuları bölük pörçüktü. Sanki kafasının içinde ışıkları hiç sönmeyen bir ev hatta bir konak vardı bilmem kaç odalı. Her daim misafirleri vardı. Hatta çoğu zaman yatılı misafirleri. Hiç gitmeyenleri, temelli yerleşenleri. Kiraya verdiği de oluyordu bu malikâneyi, yetmiyordu ya bazen kendi dertleri. Kapısı hiç kapanmayan bonkör ev sahibesi… Üzerine hüzün dokunmuş bir kalbe sahip olmak öyle kolay değildi tabii. Çay demlemek için mutfağa gitti, bedenine sardığı bembeyaz havluyu düşürmemek için uğraşmasına bir anlam veremedi. Niye evde biri varmış gibi bu kadar tedbirli davranıyordu ki saklamaya her şeyini. Belki de saklanmak, yaradılışının belirtisi…
Tomurcuk kokusu, sigara dumanının içinden incecik sızarak burun deliklerinden içeri girdi ve anılarıyla kendini göstere göstere geldi annesi. Kokularla özdeşleştirirdi herkesi, belki de çocukluğundan beri. Çay ve fırından yeni çıkmış ekmeğin kokusuydu annesi, kahvenin acı ve keskin kokusu teyzesi, tren kokusuydu kendini var edenlerin ikincisi… Birçok koku; hatıralarıyla, insan yüzlerle gelirdi. Peki o nasıl buyur edilmişti içeriye, bu emanet cana, keder kurusu ömre, hangi kapıdan girmişti sessizce, öylesine ve fark ettirmeden kendini? Ne kokusuydu o? Yâr kokusuydu o, er kokusu, sevda kokusu… ∞
Bildiğim üç dilde: *Derk/İstidrak/Anla
Kalemi aldı eline, baktı ki siyah mürekkep kırmızıya dönmüş, kan damlar olmuş, yaşına karışmış, erimiş, canının ateşinden mürekkep olmuş nefesi, yanık yanık çağırmış adını, kulağına bile bir kez fısıldayamadığı… Leylâ olmuştu artık. Aşkıyla cünûn olana Mecnûn deniyordu da Leylâ’nın canı yok muydu? Yol gözleyen, deli gibi özleyen, gözyaşının selinde yüzen Leylâ’nın hakkını kim verecekti? Leylâ, Ali’sini bekleyecek, iki bedende teke dönecek, pervanenin ateşte yanışına tanıklık edecek, hiç şikayet etmeyecek, niye, neden, niçin demeyecekti.
Lâl oldu Leylâ, Ali’ye yâr oldu Leylâ, Leylâ, Ali oldu, Ali oldu Leylâ…
Geceler hiç bitmedi, hep beklendi… Ayın her hali gözlendi, yıldızlar odalarda gezindi…
Zaten Leylâ, gece demek değil miydi? Her gece Ali, her Leylâ bir Ali, işte Ali’nin gecesi…
Yandı şimdi ikinin biri, oldu böylece Leylâli…
*DERK/İSTİDRAK/ANLA: Birinin duygularını, isteklerini, düşüncelerini sezebilmek. Bir şey üzerinde bilgisi bulunmak. İyilik görmek, yararlanmak. Bir şeyin ne demek olduğunu, neye işaret ettiğini kavramak; yeni bilgileri eskileriyle bir araya getirerek sonuç niteliğinde başka bir bilgi edinmek. Sahip olmayı istemek, dileğinin yerine getirilmesini istemek. Sorup öğrenmek. Doğru ve yerinde bulmak.
∞
dağların yitik çiçeği
Kitaplarla dolu rafların arasında gezinirken göz göze gelmiştik. Ayağa kaldırır mı, demişti sevdiğim bir kitabı göstererek. Kaldırmasa da en azından bir tekme daha atmaz, demiştim. Her inişin bir çıkışı, her gecenin bir sabahı türünden laflarım bitince, yüklemişti sırtıma derdini.”Hayat, inişli çıkışlı derler de ben indim, çıkamıyorum şimdi.” Bazen bir cümle daha eklememek en iyisi. Bazı şeyler dağınık kalmalı belli ki. Toplamaya yeltenmemeli. Elindeki kitabı sırtıma vurup en delikanlı haliyle devam etti konuşmaya. “Hangi yolculuk hem böylesine kısa hem de bir o kadar anlamlı olur hayatta? İnsan birbirini yolda tanır, derlerdi de inanmazdım ben. Öyleymiş. Yolun kendisi ve yol arkadaşınmış meğer sözü gerçeğe erdiren. Dertler, tasalar, kederler akıp gidermiş sağ koltukta. Kocaman bir gülümseme olurmuş yüzünde yol boyu. Dilin, yıllardır susan dilin, çözülür, bir nehir misali akar gidermiş. Kuş olur uçar, kanat çırpar, en sakin en güneşli yere konuverirmişsin bir zaman. Dinlenir, tazelenir, yeşerir, çiçeklenirmişsin. Mineçiçeği dolarmış etrafın. Sen çiçek bilir misin?” İçimi çekip bir çırpıda cevap verdim. “Ah!” dedim “Bilmez miyim? Ben, en güzelinden bir çiçektim; kökümden sökülünce, toprağımdan sürülünce, sevginin en azı bile çok görülünce kendi yaprağımı içime döktüm. Tomurcuğumun kökünü kuruttum, yine de bir zaman koca bir umutla yaşama tutundum. Sonra durdum ama hâlâ deli delişmen ruhum. Çoktum, bir anda yok oldum. Yine de “ol”dum.
∞
sirke de senden şarap da senden düşünsene
Hayat, kitaplardaki gibi değil, diyor bir bilge kişi. Öyleyse bize düşen, üzüm misali ezdirmeden yüreğimizdeki iyilikleri, çekip gitmektir efendi gibi. Şimdi bağbozumu vakti.
∞
korteks
Bir film izlendi bir gece vakti. “Hatıralar” konulmuş ismi. Denmesin istendi güzel şeyler için “bitti”. Nefes aldıkça sonu olmayan filmleri, yüreği kocaman, yiğit kadınlar çekti.
∞
illüzyon
Bakmak, hangi anda “görme”ye dönüşür? İki insan, kalabalıkta hangi anları sessizce bölüşür?
∞
akide
Bayram… Adı yabancı, kendi yabancı kavram… Gidenlerin, gidip de dönmeyenlerin karşınıza dikildiği günler, bir türlü derlenip toparlanamamış, kora dönüşememiş hüzünler… Geçsin, bitsin dediğiniz ender vakitler… Bir ömür, hiç bitiyor mu keşkeler?
∞
yapboz
Hayatın insana oynadığı oyunların sonu yoktur. Kim ne derse desin önüne geçilemeyen duygular, gem vurulamayan hisler en olmadık zamanda kuşatır insanın dört bir yanını. Çaresiz kalakalırsınız. Daha çok konuşur, daha çok susarsınız. Hiç atmadığınız kahkahaları atar, dökmediğiniz yaşları dökersiniz. Her şey olduğundan fazladır. Hangi yaşta olursa olsun, bir insanın bildiklerinden fazla.
∞
reşat isimli şemsiye
Yağmur… Sulara karışıp giden çocukluğum… Evvelim… Ahirim… Uykularım, tadım, ferim, söylenmemiş sözlerim… Garipliğim… Gençliğim… Yağmur damlalarıyla yarışırcasına geçiyor aklımdan sözcükler, insanın dili sussa, aklı söyler.
∞
ahparig
İçimizdeki güzellikleri ne zaman küstürdük bilen ya da hatırlayan bilmem var mıdır? Barışmanın da tadına hasretiz çoktandır. İnsan ki yaratılmışların en hoyratıdır. Yüreğim en tedirgin güvercinin kanadındadır.
∞
gaflet uykusu
Yeni, eski olmasa ifade etmez hiçbir şey. Ne yeniyse onadır tüm güzel sözler. Yeni; beklenir, istenir ve sonra o da eskitilir. Yeniye gösterilen ilgi, eskiye çok görülür. Yeni de her şey gibi ölümlüdür. Ne yenilir ne yutulur ne de yası tutulur. Ama yeni, yine umulur.
∞
örtmenim bi şey diyim mi?
Nasıl alırlar elinden, hakkını vermediğin için aslında senin olmayanı? Üzerinde taşıyabilmek, değer katabilmek için birçok sıkıntılara katlanılan o unvanı kıymet bilmeyenlerin üstünde görmekse işin en katlanılmaz olanı. Sokrates “kutsal enayilik” diyerek aslında ironi yaptığı, karşılıksız sevginin mimarlarını bu halde görse çok üzülürdü bence. Ne yazık ki değer bilmezlik, yüzyıllık söylence…
∞
kadran
Etrafımı peşimden ayrılmayan bir yığın gölgeyle doldurdu. Çok da iyi oldu. Yıllardır kurulmayı bekleyen saat gibi yüreğime, tek başına gelmişti oysaki. Bu kalabalığın karşısında kendime bir daha bakmalıyım belki. Kısa da olsa bir yolculuğa çıkmanın tam vakti. Çoktandır bekletiyordum zaten beni hasretle çağıran o şehri. Her yolculuk o’na varmak; her gidiş o’na dönmek için belli ki.
∞
lütfen sesini açar mısınız?
“Ne me quıtte pas…” ilk duyduğum zamanı anımsıyorum şimdi. Yaşımın başında bir ve kime öyle seslenir insan diye düşünen akıl vardı, belki de kavak yeli. Bir ay sonra yaşımın başında yine üç olacak. Peki iki nereye gitti? Bende ne o akıl var ne de öyle seslenecek yürek şimdi.
İnsan büyük konuşmadığı gibi yaşamadıklarını da düşünmeyecek. Bir bildiği vardır deyip şarkıyı söyleyen adama kulak verecek. Nereden bileceksin hayat seni hangi kıyıya götürecek? Günün birinde belki de o “ne me quıtte pas” diyecek. Demezse de Jacques Brel sen ne zaman istersen sana söyleyecek. Velhasıl umut tükenmeyecek.
∞
çekirge
Yolculuk zamanı… Leylek çoktan havalandı. Ardına düşüp ona yetişme anı. İnsan nasıl da buluyor kendine kendinden daha yakın olanı… Anlamak mümkün olmuş mudur ki koca dünyayı? Bakalım yine beni kucaklayacak mı, tazeliğimin tanığı, yeşil şehrin sokakları?
∞
buğu
Camın önünden ayrılırken sırtımı dönemiyorum ona. Adımlarım arka arkaya gidiyor. Suretinden uzaklaşırken daha da yaklaşıyorum ona. Haykırıyorum sonra sessiz çığlıklarla. Duy beni gönlümün muradı, ağzımın tadı!
Ak tenimde bir bulut ol . Yağ bana durmadan, gel üstümde dur, başımı göğünde döndür. Bende yaktığın ateşi yine sen söndür.
Boynumdan aşağı incecik bir damla sızıyor göğsümün üstüne doğru, gömleğimin üstünde tutup elimle bastırıyorum iyice, sol yanımda kuruyor, oradaki nasıl büyük bir ateşse… Diliyorum hiç geçmesin hep içimde yansın diye.
Böyle işte.
∞
kevork
Şehrin ışıkları bir bir yanmış, gürültü her günden daha da beter bir hal almıştı. Birkaç yorgun müşteri telaşsız, isteksiz, boş gözlerle rafların arasında geziniyor, aynı isteksizlikle saçma sorular soruyorlardı. Kepekli, çavdarlı, yulaflı ekmek sorar gibi, güldüren ama aynı zamanda da ağlatan kitap arıyorlardı. Düşündüren ama aynı zamanda eğlendiren, korkutan ama aynı zamanda uyutanlar da ardı ardına ekleniyordu listeye.
Önündeki bilgisayarda müşterilerin sorularına verilecek en doğru cevabı arayan kişi olmak onu çok yoruyordu, eylül yorgundu, Eylül de yorgundu. Güzü sever, güzün tadını çıkarmak için elinden geleni yapardı Eylül. Mevsimlerin tadı yok, diyeceği yaşlara gelmeyi ertelerdi. Uzaklara göndermek istemezdi içindeki miniciği. Saatleri, dakikaları saymış, koca günü bitirmesine beş dakika kalmıştı. Güzle sarmaş dolaş olacaktı. Kapıdan giren, girdiği gibi kapının yanındaki kalemleri bir çarpışta yere saçan oğlanı görmese, görüp de duruma müdahale etmese her şey başka olacaktı.
Sarı saçlı, kehribar gözlü oğlanı, oğlanın yere saçtığı kalemleri, aynı zamanda da aklının onda kalanını toplamaya çalışırken duyduğu sesle irkildi. Yerden doğruldu. Çocuk da yavaşça yanına sokuldu. Ceketinin koluna sımsıkı tutundu. İkisi de, başındaki koca şapkanın altında yüzünü gizleyen kadını görmeye çalıştılar. Şapkayı aştılar ama bu sefer de kocaman gözlüklere takıldılar. Eylül, kocaman gözlüklerle gizlenmeye çalışılan o yüzü çok iyi bilirdi. Tanımayan tek kişi kalmıştı içlerinde şimdi, bir sonbahar günü aniden çıkageleni. O da bir daha hiç bırakmayacaktı Eylül’ün elini.
∞
y kromozomu
Doktorun yanından ayrılıp kendimi sokağa attığımda sinirimden çıldıracak gibi olmuştum. Kıpkırmızı ve olduğundan daha da gergin bir yüz, gerilmiş kaslar, yay gibi beden… Hep birlikte yürüyorduk işte. Maaile ve fevkalade…
Neymiş efendim, kitap okumayacakmışım bir süre. Kuğu boynu varmış bende, uzun süre başımı eğerek okuma yaparsam, yazı yazarsam ağrım olurmuş. Hem bu kadar zaman ağrı kesici kullanmak yerine neden önce ona gelmemişim? Elinde büyümüşüm ben onun. Masallarımın korkunç devi…
Söylediklerini dikkatlice uygulamalıymışım sonra. Boynuma mutlaka bir fular dolamalıymışım, soğuktan ve rüzgârdan korunmalıymışım. Yerde iki metre kar varmış. Ben niye böyle yaka paça açık geziyormuşum, boğazlı kazak diye bir şey duymamış mıyım? Bu uzun ve alımlı görünüşün bir bedeli olurmuş her zaman, katlanmalıymışım. Ne yapsınmış o, ben de bu kadar güzel olmasaymışım. Kuğu boynun böyle zorlukları olurmuş ama yine de çok şanslı hatunlardanmışım çünkü böyle boyunlu bayanlara çok yakışırmış tasma. Gerek yokmuş gözlerimi kocaman açıp yüzüne hışımla bakmama, kızmayacakmışım ona, kocaları tarafından hediye edilirmiş ilk gece kızlara, onların oralarda.
Kadın olma ve tasma… Batsın bu dünya!
∞
tamirci çırağı
Çok tanrılı dinler döneminde yaşasaydım eğer, su tek tanrım olurdu benim. Suya, suyun azizliğine inanırım. Saçlarımdan aşağıya doğru her süzülüşünde hem tenimdeki hem içimdeki birçok kara rengi alıp götüreceğini, gerçek rengimi gün yüzüne çıkaracağını düşünürüm. Öyle umarım. Gecenin, yerini gün ışığına bıraktığı saatlerde uyanıp başlarım bu ritüele. Arınma ayinim tamamlandığında aynanın karşısına geçerim. Kozmetik dünyasının nimet olarak sunduğu birçok renge bakarım uzaktan. Bir palet içine yerleştirilmiş onlarca renkte kendi rengimi ararım ama bulamam. Küçüklü büyüklü fırçaların bulunduğu setten bir fırçayı çeker çıkarırım. Onlarca renkten birine bularken fırçayı bir şarkı mırıldanmaya başlarım. Milli marşım gibidir. Atalarım söylemesi ayıp İngilizdir. *“Seni onarmaya, düzeltmeye çalışacağım.”
Gece, ince bir çizgi halinde gözlerimden süzülen yaşlara ev sahipliği yapan elmacık “kemiksiz” yanaklarıma, şeftali rengiyle kemik yaparım yalandan. Köken yadigarı burnumla göz altlarım arasındaki simetriyi sağlarım sonra. Ters giden, yamuk duran onca şeye inat yaparım bunu. Bana hatıralar emanet eden izlerimi bırakırım orta yerde. Rosa ve Zona… Adları kadar kafiyeli olmayan yaralarım vardır herkes gibi, her şeye rağmen severim o izleri. Göz kapaklarımın üzerine çektiğim incecik bir çizgiyle son noktayı koyarım. Ya başlangıç çizgisidir o benim için “Hadi!” diyen sesi beklerim ya da mil çeker açılmamak üzere kapatırım bazı şeyleri. Her şey yanlış da olsa benim bildiğim gibi, yanlışlarımı da severim doğrularım gibi. Yüzüm işte, yüreğim gibi.
*Cold Play-Fix You
∞
berzê
Benim topraklarımda ağıtlar, sözsüz ezgiler, tek harfin ahenginden oluşan ninniler anlatır düşünceleri, hayalleri. Benim vatanım, ses çıkaramadıklarında gözleriyle konuşabilen insanların toprağıdır. Kadınları güzeldir yetim bağlarımın. Bakışları çok şey anlatır.
Büyülü güzelliklerinin karşısında önce nutkunuz tutulur sonra birkaç kelam edersiniz, kendinizce ve naçizane bu güzelliği över, göklere çıkarırsınız. Onlar yine bakar gözlerinize, hem de gözlerinizin taa içine içine. Gün ışığı saçlarına değdiğinde gözleriniz kamaşır. Tenlerini; bildiğiniz, dokunduğunuz hiçbir kumaşla tarif edemezsiniz. Yürüyüp geçerler yanınızdan, ayakları toprağı bile incitmekten çekinir. Ardında güneş kokusu bırakır benim kadınlarım. Berekettir elleri, ruhları can damarım.
Gecesi de bir başkadır öksüz yurdumun. Evlerden gelen sesler başkalaşır. Duyulan yine kadınlarının sesidir. Erkeklerinin sesi ise cılızdır. Çoğu zaman duyulmaz, duyulsa da anlaşılmaz. Onların işi gücü kadınların toprakta bıraktığı izleri aramaktır. Alnına kara yazı çalınmış memleketimde bu durumdan şikayetçi olan kimse de yoktur. Benim kadın toprağım yüzyıllardır kavrulur kavrulur da bir yudum su vereni yoktur.
temkinli temenni
Temelli sevgilerim olsun dilerim. Temelli gelip yerleşeyim. Yerimi, yurdumu buldum mu, ben ne güzel çiçeklenirim.
Bir cevap yazın