Atâtürk, komuta ettiği binlerce asker içinden, Bekir (Bektasi: adlı bir askeri emir eri olarak seçmiştir. Bekir (Bektaş) Çavuş, Çorum, Alaca (Hüseyinabad) ilçesi Akviran köyündendir. O Alevi’dir ve Türkiye Birlik Partisi Genel Başkanlığı’nı ve Sosyal Demokrat Halkçı Partisi Genel Sekreterliği’ni yapan Mustafa Timisi’nin kayınpederidir.
Atatürk yaşamının sonuna değin Bekir Çavuş’u yanından asla ayırmamıştır. Cumhurbaşkanı olduktan sonra buyruğunda onlarca hizmetli olmasına karşın Bekir Çavuş’a, “Sana gereksinimim kalmadı, git şu işi yap” dememiş, son nefesine değin O’nun hizmetinden yararlanmıştır.
Sayın Mustafa Timisi’yle bir görüşmemizde, Fakirlerine şöyle bir olay anlatmıştı: “Atatürk, annesi Zübeyde Hanım Ankara’ya gelince, Kayınbabam, Bekir Çavuş’u çağırmış ve ‘Bekir, anneme sen bakıp gözeteceksin. O’nu asla incitme, O yabancı değil sizdendir (Alevi’dir)’ demiştir. (…)”
Çorum Alaca Akören köyünden Bekir Çavuş(Cingöz), Milli Mücadele döneminde Şark cephesinde Kazım Karabekir komutasında görev yaptığı sırada, Atatürk’ün Erzurum Kongresi münasebetiyle Erzurum’a gelmesi üzerine Kazım Karabekir Paşa tarafından Atatürk’ün maiyetine verilmiştir.
Bekir Çavuş, Erzurum Kongresi’nden 1936 yılına kadar Atatürk’ün yakın koruma hizmetini devam ettirmiştir.
Eski Muhafız Taburu Birliği’nin lideri Topal Osman’ın Çankaya’yı kuşattığı esnada Atatürk’ün otomobili ile Çankaya köşküne gelen Bekir Çavuş, üç kurşunla yaralanmasına rağmen çatışmaya devam etmiş sonradan Atatürk tarafından tedavisi için Viyana’ya gönderilmişse de maalesef, kurşunlardan bir tanesi çıkarılamayarak omuriliğinde kalmıştır.
Atatürk, kendisini Viyana’ya tedavi için gönderse de o kurşun
çıkarılamamıştır. 1956 yılında omuriliğindeki kurşunun etkisiyle rahatsızlanmış kendisini yakından tanıyan o dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar, gereken ilgiyi göstermiş olsa da 1960 yılında tekrar rahatsızlanarak vefat etmiştir.
Atatürk tarafından CİNGÖZ soyadı verilen Bekir Çavuşun 26.11.2011 tarihinde, Akören köyüne yapılan anıtı ilçemize gelen dönemin Kültür Bakanı Ertuğrul GÜNAY tarafından açılmıştır.
Bekir Çavuş Atatürk’e çok hizmet etmiş bir askerdi. Cumhuriyet devrinde de uzun süre Atatürk’ün yanında kaldı. Çok sevdiği hizmetkârlarından biriydi. Birinci Dünya Savaşında, Çanakkale’de yanında bulunmuş, Mütareke yılları içersinde o da her asker gibi terhis olmuş, baba ocağı Çankırı’ya dönmüş. Aradan uzun bir zaman geçtiği halde Bekir Çavuş annesinin yanından ayrılmaz.
Bir gün Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın Ankara’ya geçtiğini duyan annesi hemen oğluna:
— Haydi çocuğum, eşyalarını topla. Senin kumandanın Ankara’ya gitti. Orada asker topluyormuş, ordu kuracakmış. Senin de orda olman lâzım. Derhal hazırlan ki, yarın sabah yola çıkasın…
Bekir Çavuş bu işe pek istekli değildir. Barut kokusu, ateş ve şarapnel yağmuru, yoksunluk onu yıldırmıştır.
— Anne, daha kaç gün oldu askerden geleli…
Deyince annesi:
— Eğer gitmek istemezsen sütümü sana helâl etmem. Derhal gideceksin, anladın mı?
Der. Annesinin bu sözünü emir sayan Bekir Çavuş:
— Derhal anneciğim…
Diyerek ertesi sabah Ankara’nın yolunu tutar.
O zaman tren falan yok… Dağ tepe demez, Çankırı-Ankara arasını yaya olarak alır. Atatürk’ün oturduğu Çankaya’daki o zamanki adıyla Papazın köşküne gelir.
Atatürk, eski askerini görünce:
— Bekir Çavuş, nasıl oldu da sen buraya geldin?
Diye sorar.
— Paşam, sizin Ankara’ya geldiğinizi duyunca hemen heybemi omuzlayıp koştum.
Fakat Atatürk, Bekir Çavuşu çok yakından tanımaktadır:
— Sen kendiliğinden gelmemişsindir. Seni annen göndermiştir. Yoksa sana kalsa zor gelirdin…
Atatürk, Bekir Çavuşun bu sözlerden gücendiğini anlayınca şöyle konuşmuş:
— Çok iyi etmişsin de gelmişsin… Aferin sana…
Atatürk bundan sonra Bekir Çavuşun gözlerinden öper. Geldiğinden dolayı hem teşekkür eder, hem de
Birinci Dünya Savaşı’nda olduğu gibi Çavuş olarak yanında kalmasını ister.
— Fakat bu sefer mağlubiyet yok ha… Ona göre…
Der. Ertesi gün Eskişehir’e hareket ederler. Orada karargâh kurarlar. Bir zaman burada kalırlar. Yunanlılar Eskişehir’e yaklaşmaktadırlar. Bu sırada ters bir rastlantı, Sakarya’da cepheyi teftiş ederken, yanındakilerden birisi Atatürk’ün sigarasını yakmak için kibrit çakar. Bundan hayvan ürker ve Atatürk attan düşerek kaburga kemikleri kırılır. İlk tedavisi yapıldıktan sonra röntgeni alınsın diye Ankara’ya döner. Kırılan kaburga kemiklerinden birinin ucu, ciğerini zedelediği için Atatürk çok acı duymakta, nefes bile almakta güçlük çekmektedir. Kırık kemik plasterle tutturulduktan sonra biraz rahata kavuşan Atatürk, doktorların dinlenme öğüdünde bulunmasını hiçe sayarak hemen otomobiline atlar ve cepheye koşup Sakarya savaşını yönetir. Orduya sonuncu taarruz emrini verdiği gün Atatürk’ün kırık kaburgaları da iyi olmuştur.
Atatürk’ün hizmetinde bulunduğum ilk günlerde köşkte görevli bulunan Bekir Çavuş bu olayı hem anlatır, hem gözleri yaşarırdı. Ben de bu hikâyeleri ona tekrarlattırmaktan haz duyar. «Haydi anlat!» diye ısrar ederdim. Çavuş ta dayanamaz, başlardı anlatmağa… Atatürk’le İlgili bilmediğim birçok şeyleri Bekir Çavuştan öğrenmişimdir.
— Atatürk hasta olduğu zaman nasıl bakardın Çavuş?
— Hiç unutmam Çelebi… Atatürk attan düştükten sonra çok hastalanmıştı. Yatakta yatıyordu. Oysa her sabah banyo yapmadan duramazdı. Fakat bu banyoyu bildiklerimizden sanma. O zaman duş falan ne arar? Bir kova soğuk suyu başından aşağı dökerdim. İşte banyo dediğim budur.
Ama attan düşüp kaburgaları çatladığı için artık su dökünemiyordu. Sabunlu su ve süngerle vücudunu ovardım. Günlerce Atatürk’ü bu şekilde banyo yaptırdım.
Bir de keçinin boynundan ç ı k a r d ı ğ ım bir çıngırağın ucuna ip bağlıyarak sofaya uzatmıştım. Çıngırağın altında oturur, nöbet beklerdim. Hasta, olduğu halde bir şezlonga uzanır, önünde bir Sakarya haritası, hep onunla uğraşır dururdu. Bir şey istiyeceği zaman da ipi çeker, beni çağırırdı.
Derken Yunan kuvvetleri ağır basmağa başladılar. Biz de Eskişehir’i bırakmak zorunda kaldık. Atatürk’ün önceleri düşüncesi, Ankara’yı da bırakıp daha içerlere gitmek ve düşmanı tam yok etmekti. Fakat sonra bu düşüncesini değiştirdi. «Ankara’yı terk edersem Türk milletinin maneviyatı bozulmaz mı?» diye düşünüyordu. Bu yüzden Ankara’yı sonuna kadar boşaltmadık.
Bekir Çavuş bir kez coştu mu, ağzını kapıyamazsın. Bir sor, on cevap al ondan.
— Atatürk Cumhurbaşkanı olduktan sonra bir değişiklik oldu mu O’nda? Diye sordum.
— Tabii!. Dedi. Eskiden kavhaltı zeytin peynirdi. Şimdi ise ince kahvaltı istiyor. (Kavun, gül reçeli ve
beyaz peynir) Eski halini galiba unuttu.
Atatürk, çok zaman gece sofradan misafirler ayrıldıktan sonra Bekir Çavuş’u çağırır ve şu kahvaltıyı isterdi:
— Peynirli sulu omlet, bir dilim kavun ve gül reçeli…
Bekir Çavuş, Atatürk’ün istediği en iyi omleti yapmakla ün salmıştı. Zaten kendisi Lâtife Hanım tarafından gayet iyi yetiştirilmişti. Bütün elbiselerini, gömleklerini o hazırlar, papyonlarını -kaba olduğu halde- çok iyi bağlardı.
Bekir Çavuş’un ayrılışı da hayli ilginç olmuştur:
Çavuş bir gün Tepebaşı Gazinosu’nda içkisini içmektedir. İlerdeki masada iki arkadaş kavgaya tutuşmuşlar. Kavgacılardan biri Galatasaraylı boksörlerden. Çavuş bunları ayırmak istiyor. Dinletemeyince de fors (!) koyuyor:
— Sen benim kim olduğumu biliyor musun? Bana Bekir!.. derler. Deyince boksör bunu Avrupa’dan gelen futbolcu Bekir sanarak hemen elini sıkıyor ve yanaklarını öpüyor.
Bu olayı o devrin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ile Başyaver Rüsuhi Bey, Atatürk’e bildirip şikâyette bulunuyorlar. Bundan sonra Bekir Çavuş polislikten komiser olarak emekliye ayırtılıp, yanına da bir miktar para verilerek köyüne gönderiliyor. Çavuş sonradan kemik veremine yakalanmış. On beş yıl kadar önce Çankırı’nın Dikenli köyünde öldüğünü öğrendik.
Araştıran: Mehmet Özgür Ersan
Abdal Yesari
Cumhurbaşkanı Atatürk; Şükrü Kaya, Bekir Çavuş, Salih Bozok, Recep Zühtü Soyak, Nuri-Conker sofrada..
Mustafa Kemal Atatürk’ün yıllarca yanında ve yakınında yer alan Kılıç Ali, Atatürk’ün sofrası hakkında fikirleri sorulunca “akademi” gibiydi demiştir. Sofranın Atatürk’ün en büyük zevki olduğunu söyleyen Kılıç Ali, Atatürk’ün çok mütevazı bir insan olduğunu da beyan etmiştir. Zevk denilince akıllara gösterişli ve masraflı bir sofra gelmemesi içinde Atatürk’ün şu sözünü nakletmiştir: “Bir lokma ekmek… Bunu birkaç yakın arkadaşla oturup birlikte yemek ve içmek bana yeterlidir.” Atatürk’ün kendi ifadesinden de Kılıç Ali’nin söylediklerinden de yola çıkarak Atatürk’ün sofrasının sadece yemekten ve içmekten ibaret olmadığını anlamaktayız. (Turgut Özakman, 2005, s. 586)
GAZİ M. K.ATATÜRK’TEN Pek çoğumuzun muhtemelen ilk defa göreceği nadir bir fotoğraf ve bir anı. Gazi Mustafa Kemal Atatürk
8 yıl sonra geldiği İstanbul’da .Dr.İbrahim Tali Öngören’e Ertuğrul Yatı’nda Sıtma ile Mücadele Kampanyasına örnek teşkil etmek üzere parmağından kan aldırırken.! İstanbul – 01 Temmuz 1927 Ata’mızın
tam arkasında “Cingöz” lakaplı yakın koruması Bekir Çavuş, masada oturan ise Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Tevfik Bıyıklıoğlu’dur..
Bir cevap yazın