Yörük kadınları, göçün geleceğini Kuluçka Yıldızı’na bakarak bilirlerdi. Bir de tavukların yumurtadan kesilmiş olması gerekirdi. O zaman yaylalardan düzlere inilir, çadır yaşantısından medeniyet kıskacına girilirdi. Yaprakların koyudan açık yeşile döndüğü bir zaman, tam da Kuluçka Yıldızı gökyüzünde görünüp tavuklar yumurtadan kesilmeye başladığında Eşe yükünü hazırlamaya başladı. Ovaya göç vardı, köpeklerin yallarını verdikten sonra eşeğini kolanladı. Dört aydır yayladaydı, sığırlar iyice semirmişti. Baharı alan düveler, yaylaya çıktıklarının birinci ayında gebe kalmıştı. Her şey yolunda devam ediyordu. Yaylada karahindiba, dedesakalı, horozibiği gibi bol sütlü otların tadına doyan keçilerin peynirleri de istenenden fazla güzel olmuştu. Tereyağı bile burcu burcu gökyüzü kokuyordu. Olur mu hiç? Dört duvar ahırın içinde fenni yem ve silaj yiyerek şişen bir hayvanla çıplak gökyüzünün altında yayla otları yiyerek semiren bir sığırın tereyağı, sütü, kaymağı hiçbir olur mu? Bir de yayladayken buzağılamışsa değme gitsin! Köylerde de buzağı yapan hayvanın ilk sütünü sağarlar, buna “ağız” derler ama yayladaki ağız, tadından kırk kişiyi çatlatacak kadar enfestir. Kekik kokulu bir sütün tadı, şehirdeki hiçbir market ürünüyle karşılaştırılamayacak kadar yüksek bir değere sahiptir.
Eşe de dört ay boyunca emek verip ürettiği tüm ürünlerini eşeğine yükleyip yayladan gitmeye hazırlanıyordu. Tek başına olduğundan onun için yaylaya çıkmak ve oradan inmek biraz daha zor oluyordu. Hiç çocuğu olmamıştı zaten. Kocası da Simav’daki trafik kazasında yaşamını yitirmişti. Şimdi bir başına hayvanlarını doyurup kendine yetmeye çalışıyordu. Her yıl baharın başında Öreğler’den buraya gelir, kocasının kulübesini boş bırakmaz, hayvanlarını otlatır, kendi geçimliğini de çıkarmış olurdu. Şimdi aylar süren emeklerin karşılığını almak için düze inmek zorundaydı. Tek başına göç, çekilecek dert değildi ama elden gelen bir şey de yoktu. Ahmet’in hatırası olan bu geleneğe en iyi şekilde bakmak gerekiyordu. Rahmetli şimdi burada olsa Eşe’den önce yükü sırtlanıp yola çıkardı. Öleli bir yılı geçmişti ama kadıncağız hala onu düşünüyordu, ömrünün sonuna kadar da hiç ara vermeksizin düşünmeyi planlıyordu. Bu düşünceleri aklından bir süreliğine uzaklaştırıp sığırları bir araya toplayarak yayladan inen toprak yola sürdü, genç boğalar baştan huysuzluk etse de sonradan ovaya inmeye ikna oldular. Onlar dayansa da buzağılar gelecek soğuk aylarda hayatta kalamazdı. Tavukları sepetlere doldurup sırtına aldı, yavaş adımlarla aşağı doğru süzülmeye başladı. Bu yıl Gölcük Yaylası’ndan köye göçen ilk kişi Eşe’ydi. Çünkü onun kimi kimsesi yoktu, kendinden başka yardım edecek kör talihinden başka bir şeyi de yoktu. Herkes koca aileler hatta sülaleler halinde gelmişti. Öreğlerlilerin bulunduğu alanda otuz aile birden kalıyordu. Bunlardan bazıları olan Sarı Aliler beş kişi, Şebekler sekiz kişi, Hacı Ahmetler dört kişi ve Biber Efeler on kişiydi. Doğal olarak kıçlarını rahat topraktan en son kaldıracak olanlar da onlardı, yardımcıları üç köyü daha yayladan indirebilecek güçteydi. Zavallı Eşe, tek başına bütün işleri çözmeye çalışıyor; kendi haline yanıyordu.
Yayla yolu bir saat sonra bir patikaya giriyordu, zor olsa da hayvanlar yıllardır gidip geldikleri yolu çobanlarından daha iyi biliyordu. Eşe’ye sadece: “Hoh, neşt!” demek kalıyordu. Bu yıl kocasından ayrı ilk yayla göçünü yapmıştı, acısını yaşayamadan hayat kaygısına düşmüştü. Keçiler, gözlerini Gölcük tarafına dikince pes etmenin olanaksız olduğunu; yaşamak için savaşmak gerektiğini anlamış, sarı kantaronların çağrısına uymuştu. Köydeki Çil Ayşe onu: “Gitme kızım bu yıl, kocan daha yeni öldü. Ayıplar millet.” dese de gitmek zorundaydı. Yayla ona düşüncelerini parlatmak, yalnızlığını avutmak ve hayvanlarını otlatmak için fırsat veriyordu; kullanmamak olmazdı. Ayrıca yaylaya çıkmak, Ahmet’in en sevdiği şeydi. O alkollü adama rastlamamış olsaydı eğer yine en sevecen haliyle hayvanları bayıra sürer giderdi. Eşe, yaylaya çıkarak aslında Ahmet’in ruhunu sakinleştirmeye çalışıyordu. Çil Ayşe ne bilecek aşkı, sevgiyi? Varsa yoksa dedikodu, ötesiyle işi olmayan bir ihtiyar. Halt yesin o! Yerli yersiz beliren bu ve benzeri kızgınlıklarla patikayı geçmeye başladı. Genç boğalar ara sıra sıklığa dalıp ona zor anlar yaşatıyordu. Patika yanlarında dizilmiş kısa çayırlar, boğaların içlerinde kaynayan çiftleşme ateşini iyice körüklüyordu. Zavallı Eşe: “Neşt gavurun malı! Gücümü kanadımı üzmeyin artık!” diye diye Öreğler’e varmaya çalışıyordu.
İlk gün, yolu yarılamış olmanın sevinciyle alansı bir yerde mola verdi. Çadırını kurup ateşini yaktı, yaylada hazırladığı ağzıaçıklardan çayın yanına koyarak karnını doyurdu. Geceleyin tam uykuya dalacaktı ki bir çıtırtı duydu, boğaların güçlü nefes sesleri çadırının içine kadar dolmuştu. Usulca baktığında bir de ne görsün? Üç orta yaşlı adam, yabancı plakalı bir kamyonete boğaları yüklemeye çalışıyorlar. Ahmet’in yıllardır söyleyip durduğu hayvan hırsızları bunlar, milletin emeğini hiç eden ahlaksızlar! Hemen çadırın içine yerleştirdiği heybenin sağ gözünden Ahmet’in tek kırma tüfeğini alıp domuz sıkısıyla doldurdu. Rahmetlinin öğrettiği kadar atmayı biliyordu ama tek kırmanın horozunu indirmek biraz güç istiyordu. Başparmağı kanasa da horozu aşağı indirdi, emniyet açıktı. Yavaşça çadırından çıkıp adamların ortasına doğru ateş etti. Domuz sıkısının miskete denk düşen saçmalarından birkaçı, adamların bacaklarına geldi. Ortalık ağlama ve inlemelerle doldu. Eşe, tüfeğini yeniden doldurup: “Sizi deyyuslar sizi! Onca yıl uğraşıp ürettiğimiz malımızı çalmaya kalkarsınız ha?” dedi ve bir tane daha patlattı. Neyse ki onun arkasında da Domaniçli Asım Ağa konaklıyordu, patırtıyı duyunca hemen koşup gelmişti. Asım, Eşe’yi engellemeye çalışarak: “Bırak kızım, bu deyyusların cezasını jandarma versin.” deyip elinden tüfeği aldı.
Adamların ikisi bacaklarından domuz sıkısı yemişti, kıvranarak kamyonun tekerleklerine yaslandılar. Asım, elindeki tüfeği onlara doğrultup: “Yaşım altmış iki, bu saatten sonra göğü görmesem de olur. Anam avradım olsun gebertirim sizi, kıpırdamayın.” dedikten sonra jandarmayı aradı. Bir saate jandarmalar olay yerine geldiler, komutan hemen Eşe’yi alıp minibüse bindirdi. Ne oluyor demeye kalmadan Simav’ın yolunu tuttular. Adamlar da beraberinde tabi. Bir saatlik bozuk yol seyahatinin ardından karakola vardılar. Eşe durumu anlattı, hayvanlarına musallat olduklarını, mallarına göz diktiklerini anlattı. Karakol komutanı: “Söyleyin ulan, ne istediniz zavallı kadının mallarından?” dedi. Hırsızların bakacak yüzleri yoktu, hiç konuşmadan suçlamaları kabul etmek zorunda kaldılar. Eşe ise kaygılıydı. İçeri gireceğinden değil, hayvanlarına bakamayacağından üzüntü duyuyordu. Komutana da bunu anlattı: “Yahu komutan, benim mallar da kaldı orada. Bunlar almasa başka hırsızlar alır.” dedi. Komutan: “Korkma Eşe Hanım, Asım amca kollayacak senin malları.” dedikten sonra ifadeleri tamamladı, görünüşe bakılırsa Eşe adam yaralamaktan içeri girecek gibi görünüyordu. Onun umurunda değildi; o, hayvanlarını düşünüyordu. Beklendiği gibi de oldu, Eşe’yi nezarete attılar. Komutan içi hiç rahat etmeyerek: “Kanun böyle uygun görüyor Eşe Hanım ama üzülme, hemen çıkarsın.” dedi. Dosyaların savcılığa gitmesiyle birlikte işler daha da kızışmıştı. Eşe’yi Kütahya’daki cezaevine götürdüler, artık orada yatacaktı. Hırsız haklı çıkacak gibi duruyordu ama Eşe önde gidiyordu, daha önceden sabıkası olmaması büyük bir avantajdı. Ayrıca hırsızların üçünün de adam yaralamak ve gasp gibi suçlardan sabıkaları bulunuyordu. Bunu kullanan baro hakimi, altı buçuk ayın sonunda Eşe’ye beraat kazandırdı.
Zavallı kadın, sudan çıkmış balığa dönmüştü. Ne olduğunu, nasıl olduğunu bilmeden haklı olmasına rağmen aylarca içeride yattı; şimdi de tahliye oluyordu. Dışarı çıkar çıkmaz Domaniç’e, Asım Ağa’nın evine gitti. Asım’ın karısı Hacı İsmihan onu bahçede karşıladı: “Hoş geldin Eşe! Gözün aydın kızım, çıkmışsın.” dedi. Şamatayı duyan Asım da koşup geldi: “Hoş geldin kızım, gözün aydın.” dedi. Kafa selamıyla tebrikleri alan Eşe, Asım Ağa’ya dönüp: “Kurban olayım, nerede benim keçilerle inekler?” diye sordu. Gülümseyen Asım: “Damda hepsi de. İneklerin ikisi de doğurdu. Hacı teyzen bugüne kadar onların sütüyle yaptığı yoğurdu, peyniri, yağı satıp parasını kenara koydu. Al, bu senin hakkın.” deyip parayı eline tutuşturdu. İkiye katladığı parayı koynuna sokan Eşe, ihtiyarların ellerini öpüp hayır dualarını aldıktan sonra hayvanlarıyla beraber Öreğler’e doğru yola çıktı. Onun akşam alacasında kaybolup gidişine seyre duran Asım, karısına dönerek: “Kadınlar için yaşamak ne zor hatun. Kolay gelsin vallahi, billahi kolay gelsin!” dedi. Eşe, kocasının emaneti hayvanlarıyla birlikte karanlığın ucundaki aydınlığa doğru yürüyüp gitti.
EŞE’NİN YOLU – Alp Yelgeçer
Son Yorumlar
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Songül
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Suzan Tokmak
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Ceren
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Latife
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Hazal
En Çok Okunanlar
Son Yorumlar
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Songül
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Suzan Tokmak
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Ceren
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Latife
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Hazal
Bir cevap yazın