Bi dudağı yerde, bi dudağı gökte dev rafların önünde bekliyordu Musa.
Kırmızı, mavi, turuncu parlak ambalajlı çikolataları, gofretleri, krakerleri, bisküvileri sindiremeyen bu devasa dünyanın önünde dikilirken hayal kurmaya bayılırdı.
Dile benden ne dilersen diyen cinin karşısında ufalır ufalır, ne isteyeceğini bilemezdi. Çoğu zaman da büfe sahibinin sesiyle uyanırdı.
“A blok, yedi numaraya götürüyorsun bunları. Fırla. Bana bak Musa, bi yerlerde oyalandığını duymayayım.” “Peki usta, merak etme sen.” derken arka yolda uğrayıp bakacağı kirpi yuvasını, Sırma’nın bütün gün miyavlayan yavrularını, yollarına ekmek kırıntıları serptiği karınca yuvasını düşlemeye başlardı.
Bazen dairelerden aldığı bahşişlerden birazını kendine ayırır, mahalledeki hayvan dostlarına küçük sürprizler yapardı. Gidip gelirken, sokakta bisiklet süren büyük çocuklara fazla yanaşmamaya çalışırdı. Üstüne üstüne sürüyorlardı, kaç kere torba yere saçılmış, süt kutusu patlamıştı bir keresinde. Akşam anlattığında, babası bıyıklarını eliyle düzeltip, sen de uzak dur onlardan demişti.
Bu mahallede bıyıklı yoktu. Babam da kesse ya düşündü. Tarhana çorbası içerken, tüm yemeği bıyığı içiyordu, midesi kalkıyordu. Öperken de batıyordu. Sipariş götürdüğü evlerden hep bir şeyler öğreniyordu. Tıraş losyonu kokan babalar olduğunu, anne sandığı kadınların bakıcı olduğunu görüyordu.
Büfeye başladığı ilk günlerde, kapıların önünde hiç ayakkabı olmadığını fark etmişti. üç numaradan güzel bir şarkı öğrenmişti. Kapı aralığından sızmış, yüreğini ısıtmıştı.
Bir numara hep eski gazeteleri koyuyordu kapıya. Alır, gidene kadar yürüyerek dünyadan haberleri okurdu.
İki numara bazen kenara ayırdığı bir torbayı verirdi. Güle güle giy diyerek. Utanırdı. Başparmağı delinmeye yüz tutmuş ayakkabısının ucuna bakardı. Almamaya da utanırdı. Anasının çitileyerek her geleni yıkadıktan sonra giydireceğini bilir, yine de götürmeden önce, apartmanın köşesinde merakından giyiverirdi.
Yolda bir çakıltaşı seçmişti bugün de sektirecek. Yolu, oyuna dönüştürecek.
A Blok’un köşesindeki ağaç ne ağacıydı acaba? Köydeki kuzen olsa bilirdi. Ya da okula gitseydi öğrenirdi. Ne çok şey vardı öğrenecek. Bu sene böyleydi ama seneye okula gidecekti. Söz vermişti babası Musa’ya.
“Aha daa…7 Numara.” Kanarya sesi evsahiplerini çağırdı.
“Geldim, geldiiim” dedi içeriden bir kadın.
Elinde naylon bir eldivenle sipariş torbasını aldı. Şöyle bi açıp içindekileri kontrol etti. “Salam, jambon, labne, dezenfektan…”
Arkadan kumral saçları lüle lüle bir kız geldi neşe içinde. Musa kıza baktı, kız Musa’ya. İki yaşıtın birbiriyle karşılaşmasının utangaçlığında. Kız gülümsedi. Çilleri belirginleşti. Musa çok pis kızarırdı, al basardı yanaklarını.
“Hadi bakiiiim zoom’un başına. Dersin bitmedi daha küçük hanım.”
“Ne geldi annee” deyip poşete doğru atıldı lüleli kız.
Anne bir kaplan kesildi, kapıyla kızın arasına vücudunu siper etti.
“Dur dur napıyorsun, virüs var!”
Musa’nın gözleri kocaman açıldı. Kız korktu annesinin paniğinden, onunkiler de faltaşı gibi oldu. Dört küçük göz eşikte kalakaldı. Öbür iki göz, hala torbanın içindekileri kontrol ederken, iki dünyayı bölen kapının arasından parayı uzattı.
Üstü kalsın dedi. Beşikten eşiğe yarılan bir deniz gördü Musa önünde.
Kapının hemen dışında, lüleli kızın alınsın diye koyulan hikaye kitapları vardı. Musa aldı eline, bir yandan heceleyerek okumaya başladı.
“Si-nek kuuuu-şu.
Ha-va-da- du-ra-bil-mek iiii-çiin hep kaaa-nat-ları-nı çıııırp-mak
zo-ruuun-day-dı…”
Bir cevap yazın