Ustam, akşam iş çıkışı buradaki işimiz bitti. Sanma ki tamamen işimiz bitti. Yarın yeni tuttuğum işte de benimle çalışmanı istiyorum, dedi. Oysa mahallemizin camisindeki tamirat için onun yanında kısa süreliğine çalışmak için anlaşmıştık. Yanında çalışan yardımcısı o gün gelmeyince cami imamının ricası üzerine çalışmaya razı olmuştum. Hocamız, hem dünyalık kazanırsın hem de cami ne kadar erken ibadete açılırsa o kadar iyi olur. Bu iyilikte senin de katkın olacağı için ahretine de yatırım yapmış olursun, dedi. Böyle başlamıştım, ustamın yanındaki fayans işine.
Ustamı tanıdıkça iyi adam olduğuna kanaat getirdim. Şimdi bana yeni bir iş teklifinde bulunuyordu. Tam işim bitti, yollarımız ayrıldı, derken… Yeni işimiz nerede ve kaç gün sürer soruma; Karaköse Mahallesi’nde, on beş gün sürecek sıva ve badana işi, dedi. Eve yakındı, ustam iyiydi, paraya da ihtiyacım vardı. Boş gezenin boş kalfası olmaktansa gider çalışırdım. Ben de teklifi, olur usta, diyerek kabul ettim.
Zaten okulların açılmasına az bir zaman kalmıştı. Biraz okul harçlığı çıkarmak hiç de fena olmazdı. Malzemeleri toplayıp bir güzel temizledikten sonra çuvala koydum. Yarın başlayacağımız işe götürmek üzere arabaya yerleştirdim. Başladığımda başaracağımdan emin olmadığım işi kapmaya başlamıştım. İnsan yeter ki yeteneklerini şuursuz inançlarla köreltmesin. Fıtri yeteneğim varmış ki işi kısa sürede kavradım.
Sabah olunca arabayı kaptığım gibi soluğu yeni işimizin olduğu evde aldım. Yolda arabayı sürerken kürek, mala, çekiç gibi aletlerin çıkarmış olduğu sesler başkalarını rahatsız eden gürültü gibi görünse de bende bir işe yaradığım hissi uyandırdı. Bu ev caminin hemen bitişiğinde bahçeli güzel bir Erzurum eviydi. Yılların yorgunluğu sıvalarını dökse de heybetinden ve ihtişamından hiçbir şey kaybetmemişti. Bizim yapmamız gereken dökülen sıvalarını tamir etmek onu yeniden önceki ihtişamına kavuşturmaktı. Duvarlarında en ufak bir kaykılma yoktu. İlk günkü doğrultusunu koruyordu.
Yapan ustanın işinde mahir birisi olduğuna şahitlik ediyordu. Bahçede bizi, ev sahibi Zinnur Amca karşıladı. Eviyle müsemma bu ihtiyar adam; uzun boylu, beyaz sakallı, yaşına göre oldukça zinde görünüyordu. Sıra dışı parıltıya sahip mavi gözlerinden iddia uyandırmayan güzellik dökülüyordu. Kuruluş ve yıkılışların zenginlerinin aksine geçmişi unutmak istercesine bir yürüyüşle yanımıza vardı. Çehresinde dost canlısı, dost arayan bir insan görüntüsü vardı. Halinden bize düşen ötekinin dindarlığını ölçüp biçmek değil, kendi kusurlarıyla meşgul olup güzel bir insan olmaya gayret eden biri intibası okunuyordu. Ahlak ve erdem genelde temsilciler üzerinden değerlendirildiğinde yanıltıcı olsalar da bu yaşlı adam toplumunun ahlak ve kültürel seviyesini müspet temsilcisiydi. Üzerinde mazinin derin izleri vardı. Kendisine kanım ve canım ısınmıştı. Bize hoş geldiniz dedikten sonra yapılacak işleri yerinde göstermek için evi gezdirdi. Ev çok genişti. Pederşahi bir aile için yapıldığı hemen fark ediliyordu. Tespitten sonra ustamla birlikte yeni işimizi yapmaya koyulduk. Epey zaman geçtikten sonra Zinnur Amca bizi çay içmeye davet etti. Elimizdeki parça işi tamamladıktan sonra çay tepsisinin başında kümelendik. Yorgunluk çaylarımızı yudumlarken bir taraftan da sohbet ediyorduk. Ustamın neden bu evi tamir ettiriyorsunuz ki? Kat karşılığı verin. Geniş arsası var. Şehrin göbeğinde size epey daire verirler. Hem bu işlerle uğraşmamış olursunuz hem de yeni evinizde oturursunuz. Kira gelirleriniz de çabası olur, dedi.
İhtiyar adam, “Usta, ben hiç ucuz yaşamadım. Hayata para ve rahat penceresinden bakmadım. Ben bir medeniyetin çocuğuyum. Apartmanlar, Batı’nın binası; ben kendi medeniyetimin meskeninde otururum. Öldükten sonra da çocuklar ve torunlar ne yaparlar bilmem. Hayatta olduğum müddetçe bu binada yaşamak ve yine bu binada hayata gözlerimi kapamak isterim. Dünyaları verseler babamın diktiği her yıl meyvelerini yediğim şu armut ağacını kesmem, başkasına da asla kestirtmem. Bir yaprağını hoyratça koparsalar benim kalbim incinir. Dedemin değerleri uğruna başını verdiği Batı karşısında ezik durmam. Onun minarelere tepeden bakan apartmanında oturmam. Kısacası Batı, hiçbir zaman uygar olmadı. Uygar olsaydı farklılıklara tahammüllü olurdu. Farklı kültürlerle bırakın bir arada yaşamayı yan yana gelmeye bile razı olmadı. Onlara benzemek için bir sürü yenilik yaptık. Yine de bizi kendinden saymadı. Avrupa bir operadır; sahnesinde başka, locasında başka oyun oynanır. Bizde Sezar yoktur. Yalnızca Allah vardır. Onun rızası gözetilir. Bu ev benim mensubiyetimin şahidi olduğu için önemlidir. Değerlerde bulanıklık değil, netlik lazımdır. Derdimizin çaresi ehvenişere razı olmak değil ehven olanı bulmaktır. İçinizden beni geleneğe körü körüne bağlı olmakla suçlayabilirsiniz. Bu durum geleneğe körü körüne karşı çıkmaktan iyidir. Şimdi mahalle üzerinden kültürel yıkım sürdürülüyor gibime geliyor. Neymiş efendim, mahalle baskısıymış. Mahalle baskısı bir mekteptir. Orada edep öğretilir. Tarık Buğra kendi dilinden anlatır: Bir gün mahalleden ayrıldık. Bu durum davranışlarımıza rahatlık olarak yansıdı. Pencereden çıkan kadın parmağını salladı. Nazike Hanım’ın oğlu seni annene şikâyet ederim diyerek beni uyardı. Şimdi bu uyarı baskı mı yoksa eğitim mi? Bilmediğimiz durumları şikâyet etmekten, şimdi onları özler durumlara geldik. ”
Ustam, ihtiyarın karşısında kelam edecek halde değildi. Haksız da sayılmazdı. Dediğine bin pişman olmuştu. Ben de üzerime vazife olmayan bir işe kalkışacak değildim. Ustamın yaptığı boşboğazlık olsa da benim açımdan güzel bir konuşmaya vesile olmuştu. Bana da oturup bu güzel konuşmayı dikkatle dinlemek, tadını çıkarmak kalıyordu. Bütün bunlara rağmen ihtiyar adamın dedikleri hoşuma gitmişti. Onun evini yıktırmama düşüncesine ikna olmuştum. Geleneğini yaşatmasındaki hassasiyetine de gıptayla bakıyordum.
Yeniden kaldığı yerden işimize koyulmuştuk. Ustamın suskunluğuyla akşamı ettik. Ustamdan sıva, boya, badana ve fayans işlerini öğrenirken bu ihtiyar adamdan da adeta bir medeniyet konferansı dinliyordum. Mutluydum, ustamın mahcubiyetine üzülmüş olmakla birlikte ihtiyarın derin entelektüel birikimi hoşuma gidiyordu. Bu yüzden çay molalarını iple çekiyordum. Çayı seven ustamın olaydan sonra su çaydan iyidir. Sen su getir içelim demesi bahanesine aldırmıyordum. Sudan bahaneler buluyor o çok sevdiği çayı içmemek için deyip geçiyordum. Bazen de düştüğü çelişkiye gülüyordum. Çay seven birinin suya razı olması olacak iş değil diyerekten.
Akşam iş çıkışında eve gittim. İhtiyarın dedikleri üzerinde iyice düşündüm. Kendisine hak verdim. Yorucu bir işte çalışmama rağmen sabah olmasını ve işe gitmeyi dört gözle bekledim. Sabah olunca tekrar işe koyulduk. Şimdi de bir an önce Zinnur Amca’nın bizi çaya davet etmesini bekliyordum. Elbette çay bahaneydi. Benim için önemli olan çay içme esnasındaki konuşmalardı. Çok yoruldunuz. Buyurun çay içelim, demesi çok uzun sürmedi. Yeniden çay tepsisinin etrafında kümelendik. İhtiyar, bize bizi adam etmeye çalışmadan konuşuyordu. Bana suskun çocuk neden iki gündür bir kelam etmedin? Sen eğitimli birisine benziyorsun. İnsan kaç yaşına gelirse gelsin karşıdan öğrenecekleri vardır. İnsan olan karşıyı adam etmek için konuşmayandır. Karşıdan da bir şeyler öğreneceğini düşünerek dinleyendir. İnsan kendisini akıllı görmemeli. Akıl delillerin bütününe vakıf olmadığından aklın çıkarımlarına çok güvenmemeliyiz. Akıl gerekli lakin yeterli değil, derim. Satranç oynayan iki kişi aslında hamlelerindeki zaafla karşıya fırsat sunarlar. Oysa hamleyi yapan karşıya üstünlük kurmak isteyen akılla yapmıştır hamlesini. Bu da bize karşıyı dikkate almaya mahkûm ediyor. Çünkü bir meseleyi ortaya çıkaran akıl o meseleyi çözemez. Karşının aklının devreye girmesine ihtiyaç vardır. Hâsılıkelam, bıçak kemiğe dayanmadan sorunlarla yüzleşmek istiyorsak karşı akılı dikkate almalıyız. İstişare bu yüzden gereklidir. Bizim gafletimizi kardeşimizin feraseti kapatır. Haydi, sen de bir şeyler söyle, biz de dinleyelim. Galiba dün ustana biraz sert çıktım. O artık biraz zor cesaret eder konuşmaya. En iyisi seni dinleyelim. Bu adamın olaylara farklı bakışı açısı beni ona “Zinnur Amca, İslam bizden ne ister?” sorusunu yöneltmeme sebep oldu. Böylece onun İslam hakkındaki farklı bakış açısını dinleme fırsatı bulacaktım. Tabii ki soruma cevap verme lütfunda bulunmak isterse.
Eliyle beyaz sakalını sıvazladı. Başını sağa sola çevirdi. Çocuk nereden sana böyle bir teklifte bulundum ki? Böyle zor bir sualle muhatap oldum. Suç bende, olacağı buydu. Yine de sana cevap vermeye çalışayım. Lakin verdiğim cevaplar İslam değil, benim İslam hakkındaki şahsi görüşlerimdir. Beğenip beğenmemekte özgürsün. Baştan anlaşalım, sonra ne sen ne de ben üzüleyim. Dedim ya şahsi kanaatimdir: “İslam, bizden bizim müsebbibi olduğumuz iyilik ve güzellikler ister. Bu iyilikleri de iyilikle; güzellikleri de güzellikle yapmamızı ister. İslam hayatın her yönüyle alakadar olur. Hayatı bütünüyle kucaklar. Ancak insana anahtar teslimi mutluluk sunmaz. Projeyi çizer verir. Binayı taş üstüne taş koyarak yükseltmesini insandan ve toplumdan bekler. Bu yüzden olsa gerek Peygamberimizce Müslümanlar bir binaya benzetilmiş olsa gerek derim. Din, hedef belirler bu hedefi dinin muhatabı olan insan gerçekleştirir.” Elbette anlattıkları hoşuma giden ve aklıma yatmakla birlikte gönlümü de hoş eden şeylerdi. “Din ahiret işlerini nasıl dengelemeliyiz.” diye bir soruyla meseleyi daha da geniş çerçeveye taşımak istedim. Çocuk sıkı soruyorsun. Zorluyorsun, dedi. Böyle demesinde kınamadan en ufak bir emare yoktu. Hatta beklediğinin de üzerinde bir doluluk sezmesinin, tahmininde haklı çıkma gururunun iması vardı.
Elindeki çay bardağını yavaşça işlemeli bakır tepsiye bıraktı. Demin dediğim gibi verdiğim cevaplar benim şahsi görüşlerimdir. Bunu bilerek dinlemeni isterim. “İslam dini bu dünyada yaşamak için insanoğluna dünya hayatında rehberlik etmek, dünyada olup bitenin arka yüzünü ve manevi boyutunu insana göstermek için gönderilmiştir, ahirette yaşamak için değil. İnsanın ahiret hayatı, dünya hayatında yapıp ettiklerinin karşılığı, ikinci ve kalıcı hayatıdır. İslam’ın ahirete dair uyarıları tamamen insanların dünyada hayatlarını bilinçli ve sorumlu yaşamasını temin içindir. Mensubiyetimiz bize davranışlarımızı şuurlu yapmaya mecbur bırakır. Gittiğimiz yere idealimiz ve değerlerimizle gitmeliyiz.” Ne tuhaf cevaplar veriyordu. Bu mektep medrese görmemiş görünen ihtiyar! Ustam dünden beri ilk kez ağzını açtı. “İşimiz başımızdan aşkın. Siz, dede torun birbirinizi iyi buldunuz. Bıraksak bu konuşma akşama kadar sürer. En iyisi biz işimize koyulalım.” dedi. Zinnur Amca, ustama sen teknendeki harcı bitirene kadar çocuk benimle kalsın. Beş dakika sonra gönderirim. Ustam olur, hacım dedi ve sıva yaptığımız duvarın olduğu tarafa gitti. Sana bir çay daha dolduruyorum. Beni dinlemekten çay içmeyi unuttun. Soğuyan çayımı usulca toprağın üzerine döktü. Boşalan bardağa çay doldurdu, bana içmem için uzattı. Sahi sana ne adını sordum, ne de nereli olduğunu. Kusuruma bakma, olur mu? Hiç öyle şey olur mu Hacım, kusur olsa olsa biz küçüklerde olur, dedim ve sustum. Yok, yok tanışmak lazım, hem de karşılaşmanın en başından. Gel gör ki ihtiyarlık adama neleri unutturmuyor ki? Hacım, adım Hakan. Erzurumluyum.
– Köyün falan yok mu?
– Var, Yağan.
– Bilmem mi? Elbette o köye çok gitmişliğim var. Kimin oğlusun?
– Necati’nin.
– Kimlerden, bu Necati?
– Bize Kavukoğlu diyorlar.
– Gerçekten mi?
– Sizin sabahki sohbetinizden sonra hangi akıl ve vicdan sahibi yalan söyleyebilir ki?
– Bak oğlum, Allah rahmet etsin. Baban benim dostumdu. Çok iyiliğini gördüm. Ben de sen de dâhil olmak üzere insanlara iyiliğim dokunsun isterim. Şimdi git, ustana yardımcı ol. İşimizi zamanında güzellik ve iyilik üretecek şekilde yapmalıyız. Başımıza olmadık işlerin gelmesi gerçekleri oldukları gibi değil de olmaları gerektiği gibi görmekte ısrar etmemizdendir. İşler temenniyle değil çalışmakla yol alır.
Çabucak ustamın yanına vardım. Bitmek üzere olan harcın yerine yenisini yaptım. Harcın yapılmasını beklemesine gerek kalmadan işine devam etti. Ustam, “Bu adam seni sevdi. Belli oluyor. Gerçi ben de seni seviyorum ama o seni evladı, torunu gibi sevdi. Birbirinizi anlıyorsunuz. Sanki ikinize aynı kafayı, aynı yüreği takmışlarcasına birbirinize benziyorsunuz.” Ne yalan söyleyeyim; o ihtiyarın kim olduğunu her şeyiyle merak ediyorum. Sen merak etmiyor musun? Ustamın sorusu bende biraz muziplik yapma isteği uyandırdı. Usta, “Birinin her şeyini merak eden ya ona sırılsıklam âşıktır ya da kanlı bıçaklı düşmanıdır?” Senin bu evi yıktır, kat karşılığı müteahhite ver demenden sonra pek de dost olacağınızı sanmam. Bu durumda ona dair meraklarının düşmanlıktan başka ihtimalini aklım almıyor, dedim. Ustam yok canım, ihtiyar benim büyüğüm, biraz boş bulundum. Yoksa eviyle müsemma böyle adamlara evinin yıkılması teklif edilir mi? Allah korusun, az daha adamın yüreğine indirecektim. Adam bize para verip evini tamir etmek istiyor. Biz adama evini yık; yenisini yaptır diyoruz. Bir bakıma senin paranı istemiyoruz dercesine bir ukalalık benim yaptığım. Birlikte bu sözler üzerine gülüştük.
Ustama harç yapıp verdikten sonra teknedeki harç bitene kadar boş oturmaktansa evin bulunduğu bahçeyi düzenleyerek vakit geçirmek içimden geldi. Etrafa rastgele saçılmış odunları sundurmanın altında istiflemeye karar verdim. Henüz işin başındayken Zinnur Amca yanıma geldi. Bana etrafı düzenlemem karşılığında üç yevmiye teklif etti. Niçin yevmiye teklif ediyorsunuz ki? Zaten ben boş kaldıkça yavaş yavaş burasını düzenlerim. Hem boş kalmadığım için canım da sıkılmaz. Hacım, olmaz, siz içinizi rahat tutun, ben sıva işimiz bitip buradan gidene kadar bahçeye bir güzel çekidüzen veririm. Diğer köşedeki kış için aldığınız odunları da baltayla parçalar istiflerim. İşimin adı ne? Ustam yaptığım bir tekne harcı neredeyse yarım saate bitiriyor. Onun harcı bitirmesini oturup beklerken zaten canım sıkılıyor. Asla olmaz! Benim yapmam veya yaptırmam gereken işleri neden sana parasız yaptırayım? Allah’a şükür gücüm çatmasa da param var. Parasıyla yaptırırım. Benim işim görülürken birinin de bir ihtiyacının giderilmesine vesile olmuş olurum. Elbette param olmasa sen yaparsın, ben de teşekkür ederim. Lakin şimdi böyle yapmak olmaz. Sen dediğin işleri yapacaksın. Ben de sana ustanın verdiği yevmiye üzerinden beş yevmiye vereceğim. Hadi kolay gelsin. Ben camiye gidiyorum, dedi. Yanımdan uzaklaştı. O kadar kendinden emin bir şekilde hadi kolay gelsin demişti ki bu söz üzerine kendimi işi onun dediği gibi yapmak zorunda hissettim.
Akşam olunca malzemeleri topladım. Malaları, kürekleri ve harç teknesini yıkadım. Ustam çok yorgundu. Bizlerle vedalaşıp dinlenmek için evine gitti. Ertesi gün için biraz kum eledim. Sacdan yapılma varile su doldurdum. Sönmemiş kireç ekledikten sonra işten ayrıldım. Sabah olunca yine severek ve isteyerek işimin başındaydım. Varildeki sönmüş kireçleri çıkardım. Çimento ile birlikte kuma katarak akşama kadar yetecek harç yaptım. Ustam geldiğinde beklemeden hemen işe başlayabilecekti.
Ustam bahçenin kapısından girip yanıma geldiğinde Zinnur Amca da evin kapısından çıktı. Ustam bak bu iyi olmuş, harcınız hazır. Ustam ben hemen işe koyulayım demişti ki Zinnur Amca; size kahvaltı hazırlatmışım. Ağzınıza bir lokma koymadan bir bardak çay içirmeden asla olmaz. Tepside hazırlanmış olan kahvaltıyı getirip önümüze bıraktı. Tepsinin üzerindeki örtüyü kaldırdığında çıtır çıtır kete kokusu etrafa yayıldı. Ustam da ben de itiraz etmeden kahvaltımızı yaptık. Evden çıkan iki genç selam verip bahçe kapısını çekip gittiler. Bizim kim olduklarını sormamıza gerek kalmadan ihtiyar, gidenlerin oğulları olduğunu söyledi.
Güzel bir kahvaltıdan sonra işimize koyulduk. Ben her zamanki gibi ustamın teknesini harçla ağzına kadar tıka basa doldurduktan sonra anlaştığımız üzere bahçedeki işlerimi yapmaya koyuldum. Bahçeyi dün düzenlemiştim. Bugün odunları kırıp istifleyecektim. Aklımdan böyle yapmak geçiyordu. Zinnur Amca yanıma geldi. Evlat çekinmeden armut toplayıp yiyebilirsin. Yalnızca bir şartım var. O da dalları incitmeden meyve toplamandır. Rahmetli babam ağacı dikmiş. İsterim ki onun dalı değil yaprağına zarar gelmesin. Neylersin bir ay sonra yaprakları soğuktan dökülecek. Ancak baharın gelmesiyle yeniden çiçek açıp, yaprak vereceğine olan ümidim bu endişemi hafifletiyor. Kendisine teşekkür ettim. Canım isterse yiyeceğimi söyledim. Aslında böyle dememde onun ağaç uyarısına muhalif davranma endişemdi. Anlamış olacak ki kenarda duran tahta merdiveni getirdi. Ağacın gövdesine yasladı. İhtiyatla merdivenin basamaklarından çıkmaya başladı. Düşmesin diye merdivene ellerimle destek oldum. Üç tane irice armudu dikkatlice dalında kopardı. Çıkmadaki dikkatiyle merdivenden indi. Evde yıkadıktan sonra işlemeli bakır bir tabakta getirdi, aramızda paylaştırdı. Tatlı armutları yerken şaşırdığımı sezmiş olacak ki Bir de diyorlar ki “Erzurum’da meyve olmaz.” Olmuyorsa bizim yediğimiz ne? Tembelliğimizden ağaç dikmiyoruz diyemiyorlar. Burada meyve olmuyor deyip kolayına kaçıyorlar. Oluyor hem de bal gibi oluyor. Armutların tatlılığını hatırlatmak istercesine böyle diyordu. Birden unuttuğu bir şeyi hatırlamış gibi yerinden fırladı. Biz kahvaltı yaptık. Üstüne de armutlarımızı yedik. Hiç demiyorsun ki Şeref’in yemini verdin mi? Ben gidip yemini getireyim. Şeref kimdi? Neden insan ismiyle hitap ettiğine yemek değil de yemi layık görüyordu, şaşırmıştım.
Elindeki yem tabağıyla bahçenin en ücra köşesindeki kümese gitti. Kümesin kapısını açtı. Önde gerze horoz arkada tavuklar düzen içinde dışarı çıktılar. Mağrur yürüyüşlerinden asalet dökülüyordu. Elindeki yemden etrafa serpiştirdi. Horoz ve tavuklar yemlerini yemeye koyuldular. Horozu kucağına aldı. Torununu seviyormuşçasına başını okşadı. Horozun tavrından ve yuvalarında fırıldak gibi dönen gözlerinden mutlu olduğu belliydi. “Hacım, horoza Şeref ismini neden koydunuz ki?” cümlesi ustamın bu evi kat karşılığı ver fevriliğinde dudaklarımdan döküldü. Derin bir iç çekti. Evlat, sormasan daha iyiydi. Madem sordun, ben de cevap vereyim: “Gençlik, delilikten bir parça derler. Benim de delilik zamanlarım oldu. O zamanların birinde Şeref adında birisini kavgada bıçakla yaraladım. Gel gör ki karnını tutarak hastaneye gitmiş. Polislerin tüm baskısına rağmen olayı adli vaka yaptırmamış. Senin anlayacağın benim adımı vermemiş. Ben de bunu duyunca geçmiş olsuna gittim. Helallik aldım. Sonradan iyi dost olduk. Vadesi doldu, bu dünyadan göçüp gitti. Bu öyle bir gidişti ki beni ben eden değil; beni benden eden bir gidişti. Ona sevgimin nişanesi olarak bu horozuma Şeref ismini koydum. Çocuk, daha fazla beni konuşturma!” dedi ve ağlayarak yanımdan ayrıldı.
Zaten öğle ezanı okunmak üzereydi. Belli ki yine camiye gitmişti. Ustamın biraz su getir içelim demesi üzerine evin kapısına doğru yürümeye başladım. Kapının karşısından gitmediğim için içeridekiler benim kendilerine doğru geldiğimi fark etmemişler konuşmalarına hararetle devam ediyordular. Kadınlardan birisi: Sanki amele değil de bey ağırlıyoruz. Hacım tutturmuş sabah namazından sonra kete yapacaksınız. O çocuk sıcak kete yiyecek. Kete yapmakta ne zorluk var. Akşam yapalım sabah yesinler. Akşam yapılırsa sabaha kadar soğurmuş. Diğer kadın, soğursa soğusun. Soğuyunca yenmiyor mu? Simitler de fırından çıkınca sıcak. Hep sıcak mı kalıyorlar? Elbette soğuyorlar. İnsanlar sıcak değiller diye almıyorlar mı? Onları, ben duyuyorsam onlar da beni duyuyorlar diye hafifçe bir öksürdüm. Geldiğimden haberdar ettim. Konuşmalar kesildi. İçimden bunların gelinler olduğuna kanaat getirdim. Onlar bir şey demeden içecek su varsa vermelerini istedim. Biraz sonra tepsiyle sürahi ve su bardakları kapının önünde duruyordu. Benim su içecek halim kalmamıştı. Ustama ikram etmek üzere götürdüm, tepsiyi çalıştığı tezgâhın üzerine bıraktım. Yarım kalan kütükleri kırmak için odunların olduğu tarafa yürüdüm. Zinnur Amcamın şık tavrının aksine gelinlerin tavrı hoyratçaydı. Hüzünlendim, yetim ve öksüz büyümüş bir erkek çocuğunun yalnızlığını kim bilebilir ki? Onun yalnız kalan başının ağırlığını kaç kadın kaldırabilir? Kaç kadın onun yüreğinin sevgi açlığını doyurabilirdi? Neden insan eliyle yapmış olduğu iyiliği diliyle başa kalkarak berbat ederdi ki? Yüzünü görmediğim seslerini istemeden duyduğum bu kadınlar midemi doyurmak için bir gün erken kalkmışlıklarını benim duymadığımı sanarak erken kalkmalarına üzülerek birbirlerine dert yanıyorlardı. Küçüktüm ama aklım kesiyordu. Yılanlar gibi bazı insanların da dillerinde zehirler vardı. Bu insanların erkekleri zehirlerini yılan gibi saçıp giderken kadınları komodor ejderi gibi zamana yaymasını biliyordu.
Akşam olunca paydostan sonra kafamı biraz dağıtırım düşüncesiyle sinemaya gitmeye karar verdim. Charlie Chaplin’in başrolde oynadığı City Lights filmi vardı. Görme engelli bir kızla evsiz bir gencin hikâyesini anlatıyordu. Aslında komedi türünde bir filmdi. Gündüz yaşadıklarım filmi trajedileştirdi. Film çıkışından sonra eve geldim. Günlüğümün açık duran sayfasını kapatıp yatmaktansa bir şeyler yazıp yatmayı uygun gördüm. Açık iki sayfa bana bir şeyler yazmadan yatma diye yalvaran iki el gibi duruyordu. İşleyeceğimiz en büyük günah birbirimize kayıtsız kalmaktır. İçime doğan bu düşüncenin yönlendirmesiyle filmi yaşadıklarımın etkisinde kalarak yorumladım. Bu yorumu defterime yazdım. “Şehrin Işıkları Şehrin ekâbirlerinin gündemini hiçbir zaman ötekiler-yoksullar oluşturmaz. Cansız bir heykel gündemi belirler. Ondaki altın oranlara gösterilen titizlik, garipleri yüzlerinden okunan hüznünden daha önemlidir. Yoksullara ve düşkünlere mermerler zenginlerden daha duyarlıdır. Zenginin gündeminde olmayan adam, açılışın şaşaasından gafil değildir. Umursamaz o kadar. Örtü açılınca: “Sizin kollarınızdan, insanlığınızdan bu mermer heykelin kucağı daha sıcak, der; heykelin kucağında uyuyan adam.”
Sabah olunca eski sevincim olmamakla beraber yine de işe gittim. Ustamı yüzüstü bırakmak endişesinin yanında Zinnur Amca’yı da üzmemek düşüncesiyle hiçbir şey olmamış gibi işe koyuldum. Kahvaltı için getirilen sıcak ketelere canım çekse de el sürmedim. Zinnur Amca’nın bütün ısrarlarını güzellikle savuşturdum. İşkillenmesine rağmen ser verdim, sır vermedim. Ustamın bugün konuşma cesaretini kendinde bulmuş olması da ketelerden yemememin büyütülmemesinde etkili oldu. Hatta ustamın dili çözülmüştü. Gündemi meşgul eden dünya ölçeğindeki meseleleri gündeme getiriyor, bu konuda sorular bile soruyordu. Ben en çok “Avrupa Birliği bizi alır mı? Hacım, yoksa bu Özal bizi kandırıyor mu?” sorusuna verdiği cevaba odaklanmıştım. Sadık Usta, günümüz Avrupa Birliği, Batı Roma’nın izdüşümüdür. Türkler bu yüzden Avrupa Birliği’nin doğal düşmanı kabul edilir. Roma İmparatorluğu’nun Küçük Asya’sı Atilla’nın çocuklarınca işgal altındadır. Batı’nın Atilla’dan kurtarıldığı gibi Doğu’nun da torunlarının işgali altından kurtarılması gerekir. Tarihsel süreçte Avrupa hamlelerini bu amaca yönelik niyetlerle yapmıştır, derim. Ustam, beklemediği cevabı almış olmanın üzüntüsünden olacak ki “ Ne yani, şimdi bunlar bizi almayacaklar mı? Ben rahatça gidip orada işimi yapıp paramı alamayacak mıyım? Hacım, sen bizi asla almazlar mı diyorsun?” dedi. Zinnur Amca ben açık konuştum. Siz gençsiniz yaşar görürsünüz. Ben bugün var, yarın yokum. Merak etmekle birlikte bizi almayacaklarına dair gerekçesi beni ikna etmişti.
İşlerimiz usta sayısının ikiye çıkmasıyla kısa sürede bitti. Ustam bana ücretimi verdi. Okullar tatil olduğunda istersem yine yanında çalışabileceğimi tembihledi. Helalleştik, ayrıldık. Beni uğurlarken evladım; ben, senin amcanım tabii ki sen de kabul edersen. Bak bir ihtiyacın olur yanıma gelmezsen varsa bir hakkım helal etmem. Unutma burada bir amcan var. Elini öptüm, helallik aldım ayrıldım. Zinnur Amca, beş günlük yevmiye yerine cebime oldukça yüklü bir meblağ koymuştu. Verdiği paraları yanındayken ona saygısızlık yapmamak için cebimden çıkarıp saymamıştım. Paraya çok ihtiyacım olsa da bu yüzden hiç yanına gitmedim. Yalnızca halini hatırını sormaya ve elini öpmeye gittim. Hiç kimse kendi beldesinde peygamber olmuyordu. Çünkü içli dışlı yaşam hor görmeye çanak tutuyor. Sıra dışı insanlar kendi muhitlerinde layık oldukları saygıya mazhar olmuyorlardı. İhtiyaçtan yanına gitmeme rağmen onun o sözü benim için her zaman sığındığım ve sırtımı dayadığım dağım olmuştu.
Bir cevap yazın