“Hangi kent benzer bu büyük şehre…
al, mor atlas kaplı, altın, mücevher, inci süslü…
yeryüzündeki kötülüklerin ve fahişelerin anası
büyük Babil…”1
Günümüzden yaklaşık 5.000 yıl önce var olmuş, ve binlerce ton kumun altında kilitli kalmış bir kenti anlatıyorsak, orası artık bir kent değildir. Olsa olsa, binyıllardır nesilden nesile aktarılan bir masalın, sonsuz aşkın ve ihanetin yatağıdır…
Rivayet odur ki; kadim dünya tufandan sonra, henüz nefes almaya başlamış iken,
“Başlangıçta dünyadaki bütün insanlar aynı dili konuşur, aynı sözleri kullanırlardı. Doğuya göçerlerken Şinar bölgesinde bir ova buldular ve oraya yerleştiler. Birbirlerine, “Gelin tuğla yapıp iyice pişirelim” dediler. Taş yerine tuğla, harç yerine zift kullandılar. Sonra, “Kendimize bir kent kuralım” dediler, “Göklere erişecek bir kule dikip ün salalım. Böylece yeryüzüne dağılmayız.” RAB insanların yaptığı kenti ve kuleyi görmek için aşağıya indi ve şöyle dedi: ‘Tek bir halk olup aynı dili konuşarak bunu yapmaya başladıklarına göre düşündüklerini gerçekleştirecek, hiçbir engel tanımayacaklar. Gelin, aşağı inip dillerini karıştıralım ki birbirlerini anlamasınlar.’ Böylece RAB onları yeryüzüne dağıtarak kentin yapımını durdurdu. Bu nedenle kente Babil adı verildi. Çünkü RAB bütün insanların dilini orada karıştırdı ve onları yeryüzünün dört bucağına dağıttı.”2
Böylece insanoğlu ikinci kez cennetten kovuldu ve tanrının kulağına üflediği sesi kaybetti, her sözcük sonsuza dek kavuşmamak üzere atomlarına ayrıldı, oysa sonsuz bir aşkla bağlıydı birbirine; Tanrı ve insan…
Ve Yenidünya zamanı kaosa ve arayışa adandı…
Her ne kadar insan; yaşadığı bu sürgünler sebebiyle tanrının, çoğalmak, üremek ve dünyayı doldurmak emrine itaat ediyormuş gibi görünse de kaybettiği sesi; Tanrının Dili’ni aramaktan vazgeçmedi. Bu konudaki ilk bilgiyi Heredot’un yazılarında buluyoruz,
“Mısır firavunu Psamtik, M.Ö yedinci yüzyılda iki bebeği böyle dış dünyadan ayırmış ve onlara bakan hizmetçiye çocukların yanında tek bir sözcük bile etmemesi emrini vermişti … çocuklar konuşmayı öğrenmişler ve ağızlarından çıkan ilk sözcük frigya dilinde ekmek olmuş.”3
“ Ortaçağ’da Kutsal Roma İmparatoru II. Frederick , aynı deneyi yinelemişti, benzer yöntemler kullanarak insanın gerçek “doğal dili’ni keşfetmeyi umuyordu, ama çocuklar hiç konuşmadan ölmüşlerdi”4
Ve Paul Aster Cam Kent ismini verdiği romanında, konuyla ilgilenenlerin yanlızca kafadan çatlaklarla ideologların değil, Montaigne gibi aklıbaşında ve kuşkucu olan filozofların bile soruna epeyce kafa yorduklarını anlatır. Montaigne ünlü “Raymond Sebond İçin Özür” isimli denemesinde;
“ Tamamen yalnız başına büyüyen, hiç kimseyle ilişkisi olmayan bir çocuğun, düşüncelerini ifade etmek için bir dili olurdu… Ancak bu çocuğun hangi dili konuşacağı henüz bilinmemektedir.” der
Aster, bu deneyler dışında bir de kaza sonucu tecrit edilen çocuklardan bahseder, “ormanda kaybolanlar, ıssız adalara düşen denizciler, kurtların büyüttüğü çocuklar … Bir de Victor vakası var, 1800’de bulunan Aveyronlu vahşi çocuk…”5
Bu çocuğun, sabırlı ve titiz çalışmaların sonrasında bile ancak küçük bir çocuğun konuşma düzeyine ulaşabildiğini anlatır. Ve ondan daha ünlü olan Kaspar Hauser vakasından bahseder; 1828 yılında bir akşam üstü ortaya çıkan Kaspar, tek bir anlaşılır ses çıkaramaz. Günlerini oyuncak atlarla oynayarak, ekmek ve suyun dışında hiçbir şey tüketmeden geçirir. Verilen eğitimler neticesinde, ata binmek ve benzeri bazı şeyleri öğrenir ancak; kapalı mekanlarda kalmayı yeğler ve parlak ışıktan kaçınır. Çocuk, ilerleyen günlerde geçmişiyle ilgili anıları hatırlamaya başlar ve karanlık bir odada yerde oturarak, kendisini göstermeyen ve hiç konuşmayan bir adam tarafından beslenerek büyütüldüğünü anlatır. Bunlar ortaya çıktıktan çıktıktan hemen sonra Kaspar bir parkta hançerlenerek öldürülür.
Ve Aster zamanı büker, hikayeyi 2000’li yılların başına taşıyarak masalı yeniden yazar;
Baba Stilman, oğlu Peter Stilman’ın annesini öldürmüş, hizmetçiyi kovmuş ve iki yaşındaki oğlunu, pencerelerini tahtalarla kaplayarak kararttığı odasında dokuz yıl kilitli tutmuştur. Peter bulunduktan on üç yıl sonra bile konuşmayı henüz öğrenmiş gibidir;
“Bu vardı. Karanlık. Çok karanlık. Kapkaranlık kadar karanlık. Oda burasıydı, diyorlar… Zavallı Peter Stilman. Ve bum bum bum. Çiş göl oluyor. Baygınlıklar. Özür dilerim. Duygusuz ve çıplak. Özür dilerim. Artık yok.”6
Ve dili biraz daha çözüldüğünde bile kurabildiği en anlamlı cümleler şöyledir,
“ Buna konuşmak derler… Sözcükler insanın ağzından çıktığında havaya uçarlar, bir an hayatta kalırlar ve ölürler.Tuhaf değil mi? … Size ihtiyacınız olacak sözcükleri verebilirsem büyük zafer olur…” 7
Okuru şaşırtmayansa baba Boston Stilman’ın Harvard Üniversitesi’nde felsefe ve din eğitimi almış, çok zeki bir adam olmasıdır. Stilman’ın mezuniyet tezi Yenidünya’nın on altıncı ve on yedinci yüzyıl teolojileri yorumlarıdır. Evlendikten sonra tezini kitaba dönüştürmüş ve otuz beş yaşında profesörlüğe yükselmiştir…
Aster hikaye boyunca, insanoğlunun kendi evlatlarına yaşattığı zulmün, yarattığı kaosun ve yaşadığı sonsuz mutsuzluğun temel nedenini arar, bulduğu cevaplar pek de yabana atılır türden değildir.
Aradığımız cevapların çoğu, baba Stilman’ın otuzlu yaşlarda yazdığı kitaptadır; ; Bahçe ve Kule:Yeni Dünyanın İlk Görüntüleri
Kitap iki bölüm halinde yazılmıştır; Cennet Mitosu ve Babil Mitosu
Stilman’ın Yeni Dünya dediği yer elbette Amerika kıtasıdır. Ve Amerika’nın keşiften önceki halini ikinci cennet olarak tanımlar, Altınçağ’a göndermeler yapar. İnsanların burada basit ve yalın bir yaşam sürdürdüklerini anlatır. “Yasaların baskısı olmadan, kavga etmeden, yargıçlar ve iftiracılar olmadan, yanlızca doğaya uyum sağlamaktan mutluluk duyarak.”8
Ona göre Yenidünya’nın keşfi, ütopik düşünceyi hızlandırır ve insan hayatının kusursuzlaşacağı umudunu parlatır. Binbeşyüzlü yıllarda Geronimo de Mendieta isimli İspanyol yazarın, Amerika’nın gerçek bir Tanrı Kenti olacağına ilişkin kehaneti de bu görüşü destekler.
Kitaptaki Cenneten Kovulma bölümünde ise Babil Kulesi hikayesi anlatılır,ve yazar şöyle bir tespit yapar, “…dünyanın tam anlamıyla başlamasından önceki son imge, Babil kulesi’dir” 9
Yazar kulenin Tufan’dan yaklaşık 340 yıl sonra inşa edildiğini ve dünyanın ilk efendisi Nemrud tarafından yapıldığını söyler. “Kulenin inşası, insanlığın saplantısı, önde gelen tutkusu oldu, sonunda hayattan bile daha önemli oldu. Tuğlalar insanlardan bile değerli oldu…”10
Ve insanın ona ulaşma/ kavuşma tutkusunu küstahlık, hatta ihanet olarak kabul eden Tanrı kuleyi yerle bir eder.
Daha sonraki bölümde Stilman, Henry Dark adında bir yazarın kaleme aldığı Yeni Babil isminde altmış dört sayfalık bir kitaptan söz eder. Bulmacanın çözüldüğü, parçaların yerine oturduğu bölüm burasıdır.
Kitap, cennetin Amerika’da yeniden inşa edilmesini anlatır, Dark’a göre cennet gidilecek bir yer değildir, cennet insanın içindedir ve onu kendi yaratabilir. Ve eğer masumiyetin özgün dilini konuşmayı öğrenebilirse içindeki gerçeğe tam ve eksiksiz olarak yeniden ulaşabilir.
Dark’a göre, Babil her şeyin batısındaysa orası cennettir, insaoğlunun ilk yerleşim yeri. Ve şöyle der; Amerika’dan daha batıda olan bir ülke var mı? Amerika sürecin son halkasıdır ve kıta dolunca Kule’nin inşaasının önündeki engel kalkmış olacaktır. Böylece insanlığın geleceğinde değişiklik yapma zamanı gelmiş olacak, tüm dünya tek bir dili konuşacak, tek bir dilde anlaşacaktır.
Dark bunun için en uygun kentin Boston olduğunu söyler çünkü oradaki ana inşaat malzemesi tuğladır. Dark’ın iddasına göre Myflower*’ın kıtaya varışından üç yüz kırk yıl sonra yani 1960 yılında Yeni Babil yükselmeye başlayacak, gövdesi göğe yükselecek ve insan ruhunun yeniden doğuşunun simgesi olacaktır. Herkes bir odaya girecek, bildiği ne varsa unutacak ve kırk gün kırk gece sonra yepyeni bir insan olarak ortaya çıkacak, sonuçta herkes Tanrı’nın dilini konuşacak ikinci edebi cennete kavuşacaktır.
Hikayenin devamını hepimiz biliyoruz elbette, ama masalın nasıl süreceğini kim bilebilir ki; al, mor atlas kaplı, altın, mücevher, inci süslü, yeryüzündeki kötülüklerin ve fahişelerin anası büyük Babil’in nerede can bulacağını… Tanrının nefesini bir kez daha nereye yollayacağını kim bilebilir…
Aysel Karaca
*Ete.menan.ki, Sümerce, Tanrıların kapısı, Yeryüzü cenneti, Vakfın Evi anlamlarına gelir.
- BABİL[1], joan Oates, Arkadaş Yayınları,2015, Ankara, s.9.
- ESKİ AHİT, yaradılış, 11. Bölüm
- NEWYORK ÜÇLEMESİ, Cam Kent, Paul Aster, Can Yayınları, 2014, İstanbul, s, 50
4, NEWYORK ÜÇLEMESİ, Cam Kent, Paul Aster, Can Yayınları, 2014, İstanbul, s, 50
5, NEWYORK ÜÇLEMESİ, Cam Kent, Paul Aster, Can Yayınları, 2014, İstanbul, s, 51
6.7.NEWYORK ÜÇLEMESİ, Cam Kent, Paul Aster, Can Yayınları, 2014, İstanbul, s, 29
8,NEWYORK ÜÇLEMESİ, Cam Kent, Paul Aster, Can Yayınları, 2014, İstanbul, s, 62
9, 10 NEWYORK ÜÇLEMESİ, Cam Kent, Paul Aster, Can Yayınları, 2014, İstanbul, s, 64,65
*Myflawer, 1620 yılında İngiltere‘nin Plymouth limanından yerleşme amacıyla ABD’ye gelen Pilgrimleri taşıyan gemidir. Bu geminin yolcuları sonradan bugünkü ABD‘nin çekirdeğini oluşturmuşlardr.
Bir cevap yazın