Çocukluğumdan aşina olduğum o ağır bahçe kapısını yavaşça ittirip içeri girdiğimde tanıdık bir
görüntünün; ön bahçedeki o ufacık alana doluşmuş, çoğunluğu kırmızı olan o lale denizinin beni
karşılamasını bekliyordum. Annemin rahmetli dedesinin Türkiye’nin dört bir yanından bin bir uğraş
ile getirttiği özel tohumlarla yetiştirdiği, doksan yaşına merdiven dayadığı halde hiç üşenmeden
her gün ilgilendiği o güzel laleler…Oysa boş bir beklentiydi bu, ölümünden sonra hiçbirimiz
önemsemeyince hepsi yıllar önce yok olup gitmişlerdi. Bunu bildiğim halde, daha ilk anda, çok
sevdiği bir şeyi bıraktığı gibi bulamamanın verdiği huzursuzlukla doldu içim. Bakışlarımı bahçenin
biraz ötesine, o dört katlı eski apartmana çevirdim sonra. Çocukken nasıl da kocaman gelirdi bana,
şimdi ise yanındaki büyük yeni apartmanların arasında ufacık kalmıştı. Apartmanın değişip umudun
mavisine dönen rengi ve yok olan laleler haricinde her şey tıpkı çocukken bıraktığım gibiydi. Zemin kat
pencerelerindeki o demirler, kapı yoksunu apartman girişi, arka bahçeye giden yol üzerinde rahmetli
dedemin tekerlekli sandalyesi için özel yapılmış rampa, rampanın hemen sağındaki kurtlu ağaç, arka
bahçedeki tepesinden inmediğimiz vişne ve iğde ağaçları aynen duruyordu. Ama artık arka bahçede
oynayan bizler yoktuk ve daha da önemlisi ön bahçede koştururken yattığı yerden uzanıp sürekli bizi
izlemeye çalışan dedem yoktu…
Evet dedem…Hayattaki en yakın arkadaşlarımdan ve destekçilerimden biri olan o adam…Ayakkabı
bağlamak, saat okumak, ikimizin de çok sevdiği istavritin kılçıklarını balığı haşat etmeden kolayca
ayıklamak gibi hayata dair pek çok ufak ayrıntıyı bana ilk öğreten kişi…Daha okula başlamadan tüm
alfabeyi öğrenmemi sağlayan, en sevdiğim masal kitaplarını hiç sıkılmadan belki yüzlerce kez bana
baştan okuyan, benimle büyük adammışım gibi uzun sohbetler eden hayattaki ilk arkadaşım…Felçli
olmasına rağmen, ne zaman hastalansam üşenmeyip o meşhur 1978 model beyaz Opel’iyle beni
okuldan almaya gelen, her sorunumda ilk başvurduğum kadim dostum… İlk okulun ikinci
sınıfındayken, 23 Nisan törenlerinde şiir okuma görevi bana verildiğinde sevincimi ilk paylaştığım;
sonrasında bayrama iki gün kala öğretmen karar değiştirip bu görevi başkasına verdiğinde benim iki
gözü iki çeşme ağladığımı görünce çok sinirlenip tüm okulu ayağa kaldıran, o öğretmenin çocuk
psikolojisinden anlamadığı için müdür tarafından fırçalanmasını ve 19 Mayıs töreninde benim şiir
okumamı sağlayan, beni dinlerken de gözleri dolan biricik koruyucum…Üniversite sınavını
kazanamadığım için bunalıma girip yemeden içmeden kesildiğimde beni sofrada yanına oturtup kazık
kadar halime bakmadan zorla eliyle besleyen, dahası “bak bu son lokma benim hatırım için”, “bu
lokma annenin hatırı için”, “aç ağzını bak uçak geliyor” diye beni o halimle bile güldürmeyi başaran
insan, bir nevi hiç büyümeyen yanım…Felç olup yatağa bağlı halde yaşamak zorunda kalışını yaptığı
hataların karşılığında Allah’ın verdiği bir ceza olarak gören, bunu büyük bir olgunlukla kabullenen ve
günahların bedelini ödemek için illa öte taraftaki cehenneme gerek olmadığını, İlah-i adaletin bu
dünyada er geç tecelli edeceğini anlatarak bana hayattaki en önemli dersi veren öğretmenim… Ve o
haliyle bile hep hayat dolu olmasına hayran olduğum, ömründe görüp görebileceğim en güçlü kişilik..
On üç yıl önce, hiç beklemediğim bir anda aniden bizi bırakıp giden ve bu on üç yıl boyunca hiç
birimiz, ama özellikle de benim için bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olamadığı canım dedem…Şimdi
apartmanın yıllar önce tebeşirle mahvettiğim o duvarına dayanarak bunları düşünürken anlıyordum ki
hayatta öğrendiğim pek çok şey gibi, çaresizliğin bir diğer adının da ölüm olduğunu o sıcak temmuz
gecesi ondan öğrenmişim ben. O gece canımdan can kopmuştu sanki. Yıllardır kalbimin bir köşesinde
herkesten gizli büyüttüğüm o miniminiler o gece bir daha hiç geri gelmemek üzere yok olup gitmişti.
O haberi aldığım an içimde sanki bir şeyler tuzla buz olmuş, daha sonra o parçaları tekrar birleştirmeyi
çok denediysem de asla eskisi gibi olamamışlardı. Ertesi gün onunla birlikte çocukluğumu da
gömmüştüm Karşıyaka Mezarlığı’na…Ve ben asıl o gün büyüyüp yetişkin olmuştum. Oysa 20
yaşındaydım ve o güne kadar kendimi çoktan olgunlaşmış sanırdım. Ancak o mezarın başında
dururken anlamıştım, sadece acının insanı gerçekten olgunlaştırabildiğini, çaresizliğin yorduğunu,
pişmanlığın ise vakitsiz yaşlandırdığını…Mezarın içine yerleştirilen tahtalar atılan toprağın altında
yavaş yavaş kaybolurken düşünmüştüm ona söylemek isteyip de söyleyemediklerimi, yapmak isteyip
de yapamadıklarımı. Elimde fırsat varken, kanlı canlı karşımdayken, birbirimizi tüm duyu
organlarımızla algılayabiliyorken daha fazla şey paylaşmadığıma yanmıştım. Ve ne kadar yalan bir
dünyada yaşadığımızı, her şeyin tıpkı masallardaki gibi “bir varmış, bir yokmuş”tan ibaret olduğunu o
gün tam anlamıyla kavramıştım. Bir arkadaşım “ölüm bence görememek, dokunamamaktır” demişti
yıllar önce, ne kadar da haklıymış…Artık hiç göremeyecektim onu, çok istesem de
dokunamayacaktım. Okuduğum kitapları, son gördüğüm filmleri anlattığımda beni saatlerce sabırla
ve ilgiyle dinleyen biri olmayacaktı. Ben de artık 29 yıldır felçli olan birinin dışarıya açılan
pencerelerinden biri olamayacaktım. Kimse benim sınav sonuçlarımı merakla beklemeyecek, yüksek
not aldığımda benden bile fazla sevinmeyecekti. Peki ben bu kadar çok şeyi artık kiminle
paylaşacaktım? Hiç duyulmamış o komik atasözlerini ve deyimleri kimden öğrenecektim? Beni
kızdırdığında kardeşimi kime şikayet edecektim? Kim koruyup kollayacaktı beni, sorunlarımı çözmek
için kim maddi-manevi her türlü desteği verecekti? Kendini kalabalıklar içinde yapayalnız hissetmek
buydu işte. Hani Almanların “Einsamkeit” kelimesiyle özetledikleri…Evet, en iyi ilaç kabul edilen
zaman bu kaybın açtığı yaraları sarmayı beceremedi bir türlü. Çünkü, zaman sadece alışmayı
öğretiyordu bize, unutmayı ise asla…
Şimdi, çocukluğumun en güzel anılarının gömülü olduğu bu yerde, yıllar sonra onu onsuz anmak
öyle zoruma gidiyordu ki anlatamam. Halbuki buraya ölüm yıl dönümü yaklaşırken hem onu yad
etmek, hem de o günlerin iziyle biraz huzur bulmak için gelmiştim. Oysa yaramı deşmekten başka
işe yaramamıştı bu ziyaret. Yine de, artık bize ait olmayan o eve girebilmek, kapıdan girince sola
dönüp salonu geçerek tam karşımdaki odaya-tıpkı yıllar önce annemlerin işe giderken beni bıraktığı
sabahlarda yaptığım gibi-koşarak dalıp “dede ben geldim” diye bağırmak için neler vermezdim. Ah bir
girebilsem o kapıdan içeri, karşımda yine dedemi bulabilsem. “Bak dedecim, ben geldim, ben ilk göz
ağrın” diye boynuna sarılsam; “sen yokken büyüdüm kocaman oldum, üniversiteyi başarıyla bitirdim,
yüksek lisans bile yaptım. Çalışıp kendi paramı da kazanıyorum. İşimi de kimsenin torpili olmadan
kendim buldum. Artık sana kendi paramla yaş günü, babalar günü hediyesi alabilirim. Gerçekten
büyüdüm dedecim, vallahi bak. Kendi kendime yetmeyi, yalnız yaşayabilmeyi ve en önemlisi
yalnızlıktan korkmamayı öğrendim. Biliyor musun, artık yemek bile yapabiliyorum. Benim elimden
Türk kahvesi içtiğinde çok mutlu olurdun ya, artık istersen sana kekler, börekler bile yaparım. Hem
sigarayı da yıllar önce bıraktım, artık “verdiğim harçlık ile sigara alıyor” diye kızmana da gerek yok.
Sen gittiğinden beri neler yaşadım bir bilsen; yaşanan onca güzelliğin yanında bu on üç yıla kaç ayrılık,
kaç başarısızlık, kaç hayal kırıklığı, kaç dost kazığı sığdırdım. Ama her dibe vuruştan sonra yeniden
kalktım ayağa. En zor anlarımda hep senin hayata karşı o güçlü duruşunu getirdim gözlerimin önüne
ve silkinip devam ettim yoluma. Aradan geçen bunca yıla rağmen ne özlemin dindi, ne de senin bir
yerlerden beni izlediğin hissinden kurtulabildim. Keşke yaşasaydın da, bütün o aşamalarda yanımda
olsaydın. Sen olsaydın her şey daha kolay olurdu, benim bir yanım hep eksik kalmazdı” desem,
diyebilsem…Sonra da, çocukken yaptığım gibi kıvrılıp yanına yatabilsem. Ah be dedecim, gerçekten
keşke dönebilsen de sana sorsam; şair “haziranda ölmek zor” derken yerden göğe haklıydı illa ki, ama
temmuzda ölüp gidivermek bu kadar kolay mıydı peki?
Bir cevap yazın