Bankın önünden geçenlere bakıyor, herhangi birinin yanına oturması için dualar ediyordu; ancak kimse yanına oturmak şöyle dursun göz ucuyla bile bakmıyordu. Biri baksa, görse, sessizliğini duysa, duysa da yanına otursa o da Forrest Gump gibi anlatmak istediği ne varsa anlatabilse. Bu aralar çok fazla film izliyordu. İzlediği filmlerin de etkisinde kalıyordu. Hayatının son yıllarında hep böyle olmuştu zaten. Yaşam alanında okuduğu kitapların, izlediği filmlerin kapladığı yer artıyordu. Forrest Gump gibi anlatmak istiyordu neler yaşadığını; ancak ne anlatacaktı ki? Adı bile ona uymuyordu. Erdemin onun gibi sıra dışı bir hayatı yoktu. Toplumun geneline göre eksik yönleri yoktu. Geçmişinde öğrenme güçlüğü yaşamamış, ayrıca kambur da değildi. Eksik yönleri olmadığı gibi onun gibi başarılı da değildi. Hızlı koşamıyordu, orduya da hiçbir zaman girmemişti. Yanına oturan olsa bile anlatabileceği olağanüstü bir şey yoktu. Bir tek balıkları vardı. Onların da anlatılabilecek bir durumları yoktu.
Hep denedin hep yenildin, yine dene yine yenil, daha iyi yenil…
“Yaşasın arada bir bakıyorlar. Burada oturup onları seyrettiğimin farkındalar en azından. Oturmasalar da gelip geçerken göz göze gelmek bile güzel. Yapabileceğim bir şey yok zaten. Sadece bakabilirim. Yanıma biri gelip otursa ona ne anlatabilirim bilemiyorum. İstiyorum sadece.”
Saatler geçtikçe gelip geçenlerin sıklığı da artıyordu. Nihayet dualarına bir karşılık buldu. Otuzlu yaşlarında oldukça zayıf, kumral bir kadın yanına oturdu. Kulağında bir kulaklık vardı. Onunla konuşmak için değil bitmek bilmeyen telefon görüşmesinin vermiş olduğu yorgunluktan ötürü oturmuştu. Bunu fark etmesi hayli canını sıktı. Onunla nasıl konuşacaktı ki? Kiminle konuştuğunu düşündü. Kısa süre önce kocasından ayrılmıştı kadın. Onu defalarca aldatan adamla konuşuyordu. Belki de aylar önce işten atılmış, iki çocuğunun ihtiyaçları için bankadan cüzi bir miktar kredi çekmiş, yeni bir iş bulamadığı için de taksitleri ödeyememiş ve şimdi bankadan ödeme için arayan kişiye uzun bir açıklama yapıyordu.
Kadının yüzüne bakıyordu yılmadan, yorulmadan onun da bakacağını düşünerek. Anlatabilecekti o zaman aklından geçenleri. Ne anlatacaktı ki! Ne vardı hayatında? Hiç tanımayan birine söyleyeceği hiçbir şey yoktu. “Olsun, varsın anlatacak hiçbir şeyim olmasın. Nereli olduğunu sorarım. Herkes tanımadığı birine ilk olarak bu soruyu sormaz mı? Daha adını öğrenmeden nereli olduğunu öğrenmez miyiz?”
“Nerelisiniz?”
“Anlamadım?”
“Nerelisiniz dedim. Hani tanışmalar bu soruyla başlar ya. Nerelisiniz? Afyonluyum, Konyalıyım, Adanalıyım… Askerliği orada yaptım, üniversiteyi orada okudum, anne tarafı oradan gelmiş, ilk memuriyetim…”
“Ne anlatıyorsunuz?”
“Şey sadece sohbet olsun diye. Başlamadan önce bir giriş yapayım dedim; ama rahatsız ettim sizi.”
“Yok, hayır rahatsız olmadım da şaşırdım açıkçası.”
“Soru sormama mı?”
“Evet, aslında sorunuzdan sonraki açıklamalar komik geldi.”
“Çok garip baktınız yüzüme o yüzden bir açıklama yapma gereği duydum.”
Kadın bu kendiliğinden gelişen sohbet karşısında şaşkındı. Normalde tanımadığı erkeklerle konuşma adeti yoktu. Tanımadığı erkeklere cevap vermesi için onların saati sormaları ya da herhangi bir yeri bulamamaları gerekirdi. Onun dışında otobüste, durakta, yolda bir sürü soru soran çıkardı karşısına. Biliyordu cevap verse muhabbetin sonu gelmeyecekti. Tanışmak isteyecekler, bir şeyler içme teklifi edeceklerdi. O da hemcinsleri gibi böyle bir duruma sebebiyet vermemek için tanımadığı erkeklere cevap vermezdi. Bu sefer şaşkınlığın da vermiş olduğu boş bulunmayla bu adama cevap vermek zorunda kaldı. Erdem bir süre sessiz kaldıktan sonra önlerinden geçen simitçiye seslendi
“Hayırlı işler.”
“Sana da hayırlı işler be abi.”
Müstehzi bir ifadeyle söylemişti simitçi. Sinirlendi Erdem simitçi bu derece bayağı olabilmeyi nasıl başarıyordu. Yanında yeni tanıştığı, hatta tanışamadığı bir kadını görüp böyle bir ima yapma hakkını nasıl buluyordu? Sokakta hiç tanımadığı bir insan tarafından bile “mahalle baskısı” altında kalabiliyordu. Şerif Mardin ne içi dolu bir kavram kazandırmıştı dilimize. Evde, sokakta, okulda her yerde “mahalle baskısı” altında yaşıyordu insanlar bu ülkede. Yediklerinden, giydiklerine, kiminle arkadaş olacaklarından hangi okulda okuyacaklarına ardından hangi işe sahip olacaklarına, evlenecekleri kişiye, kaç yaşında çocuk sahibi olacaklarına kadar hayatın hemen her alanında toplumun dayatmasına göre hareket etmek zorunda kalıyordu insan. Bu dayatmaya karşı çıkıldığında bedeli ağır ödeniyordu. Toplumun genel ahlakı kurallarını sorgulamak akıllarından bile geçmiyordu bu saatten sonra. Katıksız bir itaat başlıyordu. Bitmek bilmeyen bir boyun eğiş…
Simitçi uzaklaşınca az da olsa yatıştı. Yanına oturan kadının da gitmiş olduğunu farketmesiyle içindekileri anlatma isteği tümüyle gitti. Oturduğu banktan usulca kalktı ve yakınlardaki otobüs durağına doğru yol adlı. İlk gelen otobüsün penceresinden şaşkın şaşkın bakan biraz önceki kadındı. Kadını görmesiyle birlikte otobüse doğru hızla ilerledi. Son anda adımını atıp kadının yanına oturdu. Aynı anda gülümsediler. Hayli kalabalık olan otobüsün sağ tarafında ikili koltuklar sol tarafında ise tekli koltuklar vardı. Tekli koltukları tercih eden erkek sayısı gözle görülür bir şekilde fazlaydı. Bunu hemcinslerinin rahatlığa düşkün oluşlarına verdi.
Gülümsemelerinin ardından kısa süreliğine sessizliği tercih ettiler. Neden sonra kadın biraz da çekinerek;
“ Benim için mi bindiniz bu otobüse ?”
“ Anlatabilmek için.”
“ Neyi anlatmak istiyorsunuz? ”
“ Ne anlatmak istediğimi bilmiyorum; ama anlatmak istiyorum.”
“ Bilmece gibi konuşuyorsunuz ne dediğinizi inanın anlamıyorum; ama gerçekten sıkıldım bu durumdan. Ayrıca takip ettiğinizi de düşünüyorum, bu da canımı sıkıyor. Lütfen ne anlatacaksanız bir an önce anlatın ve beni rahat bırakın.”
“Yanlış anlamanızı istemiyorum. Kötü bir niyetim yok yalnızca konuşmak istiyorum. Takip etmiyorum sizi zaten bu otobüse binecektim.(Hayır hayır yalan söylüyorum.)”
“Tamam, kabul ediyorum beni takip etmiyorsunuz, konuşma isteğinize de tamam diyorum. Ne anlatmak istiyorsanız dinlemeye hazırım.”
Adam tam anlatmak istediklerini anlatacaktı ki sol taraftaki tekli koltuktan dişleri ergenlikten beri sigara içmekten sararmış, göbeğinden burnunun ucunu göremeyen asık suratlı bir adamın sesiyle irkildi.
“ Yahu şu işlerinizi otobüslerde yapmayın en azından. Bunlar için daha uygun yerler var.”
“Ne diyorsunuz siz, neyi ima etmeye çalışıyorsunuz?”
“Bir şey ima etmeye çalışmıyorum ablacım siz işinize bakın. Kolay gelsin, rahatınızı kaçırdım.”
Otobüsteki adamın cümlesiyle simitçininki arasında hiçbir fark yoktu. Yine bir ima vardı. Yüzü kadar çirkindi adamın konuşma tarzı. Ağzını yayarak söylüyordu bütün kelimeleri bu da dinleyenin sinirlerini bozuyordu. Nitekim sinirleri yeni yatışmaya başlayan Erdem’in yeniden gerilmesine neden oldu. Bu defa simitçiye gösterdiği müsamahayı göstermeyecekti.
“ Baksana sen buraya, ne demeye çalışıyon sen n’apıyomuşuz biz ?”
Öteki yine aynı yılışık ağızla;
“ Bi şey demiyorum. Bu işleri yapabileceğiniz bi sürü yer var. Otobüsleri kullanmayın. Milletin çoluk çocuğu var.”
Son derece çirkin bir yakıştırma yapıyordu öteki. Erdem’in tahammülü kalmıyordu artık. Tam cevap verecekti ki diğer insanların fısıldaşmalarını duydu. Onlar da ötekinin söylediklerine yakın şeyler konuşuyordu. Bir erkekle bir kadının yalnız konuşabileceğine inanamıyorlardı. Hiç karşı cinsten arkadaşları olmadığı için bunu anlayamıyorlardı. Onların gözünde yan yana gelen kadınla erkek mutlaka birliktelerdi. Oysa insan bir başkasıyla konuşmaya, dertleşmeye, içini açmaya da ihtiyaç duyardı. Erdem de bu ihtiyaçla o banka oturmuş, bu sayede kadının da oraya oturmasıyla nihayet anlatmak istediklerini anlatacağı birini bulmuştu. Şimdi bu otobüste aleni olarak bir baskı altındaydı. Hayatın hemen her alanında baskı altındaydı zaten. Çalıştığı şirkette patronunun baskısı altındaydı. Yaşamını devam ettirmesini sağlayan parayı veren patronu verdiği paranın karşılığını sonuna kadar istiyordu.
“Erdem çay getir bana… Bir kahve alayım… Koş bana bir yemek al gel… Erdem fotokopi çek… Erdem bankaya gidilecek… Ha bir de Postaneye gideceksin… Arabayı yıka Erdem… Otoparka çekilecek araba, dikkat et bir yeri çizilmesin… Erdem sana kaç defa diyeceğim işe geç kalma, benden sonra gelme şu büroya diye… Anladın mı Erdem ?”
“Anladım efendim, tamam efendim, doğru söylüyorsunuz efendim, haklısınız efendim, özür dilerim efendim, bir daha yapmam efendim… (Hayır, efendim haklı değilsiniz. Verdiğiniz maaşın karşılığını fazlasıyla ödüyorum. İşe geç gelmiyorum. Arabanızı her gün yıkıyorum. Nereye gönderirseniz oraya gidiyorum; ama haketmediğim muameleyi görüyorum. Sabah sizden saatler önce gelip siz gittikten bir saat sonra çıkıyorum bürodan. Hayır, efendim yalan söylüyorsunuz…)”
Erdem patronunun aklından gitmesi için çok uğraştı. Sonunda kısa süreliğine de olsa onu düşünmüyordu. Otobüsteki diğer insanların konuşmalarını duymazlıktan geldi. Yanındaki kadına odaklandı. Tekrar konu açmak istiyordu; ama konuşacak hiçbir şey gelmiyordu aklına. En son kadının sabrı kalmadı.
“Ne anlatacaksanız lütfen biraz hızlı olun birazdan ineceğim.”
“Şey… Balıklarımı anlatacaktım…”
Kadın son duyduklarının şaşkınlığıyla otobüsten indi. Birkaç durak sonra da Erdem indi. Evine gitti. Fanusunun içindeki iki Japon balığına bakıp;
“ Bugün bir sürü insan tanıdım. Onlar da sizler gibi fanuslarının içine hapsolmuş…”
Bir cevap yazın