Hz.Zeyneb’in Hz.Fatıma anamız’a yapılan zulmü haykırışı ;
“…Ateş evin kapısından yükseldiği zaman Ömer,Ebubekir’in yardımıyla nübüvvet evini tekmeledi.O zaman senin kapı ile duvar arasındaki feryadın gökyüzüne ulaştı.
Anne! beni aşurâyla korkutma,bana kerbelâ ile teselli verme!
Aşurâ burasıdır.
Eğer birileri Peygamberin vefatı zamanında kızının evini ateşe vermeye cesaret ederse çocukları da Peygamber evlatlarının çadırlarını ateşe vermeye cesaret eder.
Anne! ben çocuk değilim!
Kerbelâ’da kardeşimin yüzüne çekilecek kılıçlar Sakife imalathanesinde üretildi.
İbni Sad’ın ordusunun nutfesi Sakife’de anne rahmine yerleşti.
Eğer Ali burada tek başına kalmasaydı, Hüseyin’de kerbelâ’da tek başına kalmayacaktı.
Hüseyin Kerbelâ’da ayet ve delillerle Peygamberin çocuğu olduğunu ispatlamaya çalışacaktır.
Peygamberin çocuğuna zulmetmek mi zordur yoksa torununa mı?
Anne! seni kapının arkasından çektiklerinde çivilerin kanlı olduğunu gördüm.Ağlamamamı söyleme anne!
Bu müsibetten dolayı ölmek gerekir.Binlerce defa can verip kül olmak gerekir….”
Acaba kimse Fatma’nın babasının mateminden hissettiği gamı ve hüzün evindeki inlemelerini tasvir edebilmiş midir?
Ali’nin ciğer yakıcı hüznüne ve Fatma’nın kapı ve duvar arasında kalmasına, gâh mor yanağı, gâh yaralı kolunu yıkamasına kim bir mersiye yazabilir?
Öyle ki, insanın derinden çektiği acıyı Ali’nin alnındaki buruşuklar anlatır. Yaratılış gamlarının genişliğini Ali’nin gözyaşlarındaki vuslatında tanıyıp, tanıtabilmeyi yine Ali’nin gizli gözyaşlarından başka kim yapabilir?
Zeynep’in mübarek başından akan kandan başka kim Zeynep’in, kardeşinin başını mızraklarda görmesindeki mutlak acıları beyan edebilir? Eğer Zeynep kardeşinin, Hüseyn’in, başını görüp de kendi başının derdine tahammül edebilmiş olsaydı ve başını tahtırevana çarpmamış olsaydı, kim aşkı, dert ve hicranı yaratılışta açıklayabilirdi?
Bunlar, yazarı, eğer duygusu varsa kül eden dertlerdir ve kalemi, eğer dünyadaki tüm ağaçların sayısından fazla olsa bile yakar ve evren kadar büyük defteri ateşe verir.
Fatma’nın yakan gözyaşları, şu anda bile âriflerin ayaklarını Beytu’l-Ahzan’da gevşetir, hayır sahiplerinin belini kırar ve evliyaullahın canına ateş salar.
Hiç bir kalemin mürekkebi Fatma’nın bedenini yıkarken Ali’nin yakıcı gözyaşları gibi olamaz. Esma nerede? O’na sorun. Ali’nin o anki gözyaşlarından teberrük olsun diye gusül alan meleklerin kanatları yanmadı mı?
Alevi tarihinin alnında bu denli derin buruşukluklar yaratan şey bu dertlerdir. Bu dertler söylenebilecek dertler değildir, açıklanabilecek dertler değildir, tasvir ve tasavvur edilebilecek dertler de değildir.
Dert çok derin olduğunda yaraya benzetirler ve eğer yara çok fazla yakıcıysa onu da ateşe benzetirler. Hangi ateşin harareti Ali’nin yirmi beş yıl gözde diken boğazda kemik sessizliğinde çektiği kalp yangınıyla eşit olabilir? Öyleyse bu tür dertler “benzeyen” değil “benzetilen”dirler. Alevî tarihi bu tür dertlerle doludur.
Hüseyin’in belini kıran ve çaresiz bırakan kardeşi Abbas Âlemdar’ın şehadetidir. Hüseyin’in (âlemin canı ona feda olsun) hüzünlü sessizliği, kardeşi İmam Hasan’ın parça parça yüreğiyle karşılaşması. Bir tulum suyun derin hasreti olan kardeş Abbas, amca Abbas, baba Abbas ve ümit Abbas…
Babasının mazlumca şehadetinde İmam Seccad’ın anlatılmayacak acısı. Ve ondan sonra hep dert üzerine dert, yara üzerine yara, acı üzerine acı ve sürekli akan kan nehri…
Sanki Alevi vatanının kaderini kanla yazıyorlar, kanın mazlumiyetiyle.
…
Ve bu kâlemin tek yapabileceği bu mazlumiyyet kitabının alfabesini tanımada acziyetini ikrar ve itiraf etmektir. Nerde kaldı tanıtması, yazması ve tasvir etmesi?
Bir cevap yazın