Kaç gündür bir haller var bizimkinde. Ölse çıtlatmaz ya… Böyle içim kıymık kıymık
beklerken hiç oralı olmaz da şimdi. İçime dert olur, oturduğum yerde ben beni yer
dururum gayrı.
Hani o iş çıkışı geldiğinde şen şakrak şarkılar söyleye söyleye kapıyı açan adam!
Dersin ki içine başka bir adam kaçmış mübareğin. Ruhunu yolda giderken ödünç
vermiş birilerine şimdi de ruhsuz ruhsuz dolanıyor sanırsın garibimin.
Gözlerimin içine baka baka görmezden geliyor ya beni, işte o zaman isyan bayrağını
çekip, kaybolup gidesim geliyor burnunun dibinde. Hayır, şimdi bu kadar ilgiden,
sevgiden sonra sirke satan mendebur suratlı herif profilini çekmek bana ağır geliyor
dostlar. Şunun şurasında birbirimizle yeni yeni haşır neşir olduk. Altıncı ayımızı
doldurmaya üç beş gün kaldı. Allah sonumuzu hayır eylesin.
Yine böyle mahsun mahsun süzülürken koltuğunda gidip saçlarını çekiştiren elini tutup
sakinleştiresim geliyor. Eli bir alnında bir saçlarında habire kendini çekiştirip duruyor.
Dayanamadı. Kalktı sonunda. Uzun bacaklı adımlarla mutfağın yoluna koyuldu. Alaman
marka filtre kahve makinasında hazırladığı katran karası kahvesiyle döndü salona. Nasıl da
içiyorsa şu zıkkımı? Baksana! Renginde hayır yok.
Günlerce o bardak mutfaktan salona, salondan mutfağa gitti gitti geldi.Dalyan gibi adam
gözümün önünden iğneden ipliğe döndü. Öldü de bir lokma koymadı ağzına. Eskiden
roman havasıyla dolup taşan mutfakta göbekler ata ata pişirdiği omletler, pastırmalar,
balıklar, zeytinyağlılar… Şimdi hak getire! Kuru ekmek bile geçmez oldu boğazından.
Ahhh, ahhhh! Adamcağızın derdinden kendi gözümün önünü göremiyordum.Canıma can
katan, yüzümde top top goncalar açtıran adam da yok artık. Bir iki tatlı söz, bir iki
gönül alıcı latife de yok. İçim kupkuru, dışım ne yapsın?
Kahvesiymiş, içkisiymiş, yemesi içmesiymiş hepsini geçtim de şu sigara denilen merete
alışmasına hiç razı olamadım. Anca iki dakika durmaz yerinden, kalkar kahvesiyle
sigarası elinde saç baş dağınık, göğüs bağır açık giriverir salona. Ne bir selam, ne bir
sabah… Nefes çeker ha babam! Ne zevk alıyorsa kendini zehirlemekten?
Haa, bir de şu kara kaplı şeytan uzantısı defter gibi telefonu elinden düşmüyor. Kaşlar
çatılmış, yüz Çarşamba pazarı kasasındaki son çürük domates buruşukluğunda hiç
durmadan bir kaidede dürtüp duruyor tuşları. Bir de cin sesine benzer ötüşü var ki
telefonun… Bütün huzurumu yerle yeksan ediyor. Aralıksız devam eden can sıkıcı sesler
sinir kat sayımı arttırmaya birebir yahu!
Başlarda kabullenemedim. Sonra olacak gibi değil. Alıştım. Ahlamalarım, vahlamalarım hep
boşuna. Kaale alıp varlığımı fark eden yok ki…
Kendi kendimi züğürt tesellisiyle teskin etmeye çalışırken bir taraftan da gözüm hep
bizimkini takip ediyordu. İkimizin de birbirimizden başka kimi vardı ki? Ciğer işte
,dayanamıyor.
Gönül gözümle ablukaya almışken onu, Cin sesli şeytan uzantısı öttü.Bizimki bir
hışımla oturduğu yerden kalkıp parçalarcasına açtı telefonu.
-Hangi yüzle arıyorsun? Ya da pardon yanlış sordum. Kaç tane yüzün var senin?
-Konuşsana, cevap versene! Tabi, cevap verecek yüzün yok. Hem ne diyebilirsin ki bu
saatten sonra?
– Günlerce içime attım. Söylemedim. Gözünün içine baka baka yaşadım acımı. Sen, sen
hiç oralı bile olmadı.Dilin tutup da “ Neyin var ?” diyemedin.
-Nedenini ben söyleyeyim mi sana? İnsan sevmediği birisinin gözünün önünde eriyip
gittiğini göremezmiş.
– Sana değil aslında kızışlarım…Kendimi sevmemişim ki… Tanıyamamışım ki….Buna
müsaade etmişim…Ne garip!!! Offfff!!! Ne saçmalıyorum yine ben??
Şeytan uzantısı hışımla kanepeye savruluyor. Bizimkinin suratı kıpkırmızı… Öfkeden eli
ayağı titriyor. Şimdi, şimdi ellerine dokunabilmeyi ne çok isterdim senin. Titreyen
parmaklarınla bana dokunduğunda hissettiğim o tatlı mayışıklığı ne çok isterdim
gövdemde. Ruhumu okşayan o sıcacık elleri çok özledim, biliyor musun?
Fırtına koptu. Bizimki kapıyı hışımla çekip çıktı.
Can sıkıcı bir sessizlik sonrası….
Oysa o, oysa o bütün çırpınmalarımdan habersiz kendi hülyasının peşine düşmüş. Bir
kadının sevgisiymiş meğer onu bana bağlayan. Ağzım kulaklarımda, saf saf cicim aylarını
yaşarken, o sahte gülüşlerin ardında bir kadının ruh-i hayali geziyormuş meğer. O ipeksi
dokunuşlarının sıcaklığı meltem rüzgarı edasında yayılan kadının tortularıymış. Ahhh, ne
saf, ne aptalmışım! Aynı çatı altında yaşadığım adamı, daha yeni yeni tanıyabiliyordum.
Gece üç… Her yarım saatte bir salondaki öten sinir bozucu guguk kuşlu saat dışında
in cin top oynuyor. Hala gelmedi. Keşke şurada kanepenin üstünde mavi polar
battaniyeye sarılarak uyusa da gözüm kapılarda böyle kalmasa…
Sabah dörde doğru hoca sela verirken dilinde anlamsız homurtularla çıkageldi. Kapıyı
nasıl açtı, içeri nasıl geçti hala muamma. Ayakta duracak hali yoktu ki… Zikzak çizerek
olduğu yere pers oldu. Ellerinden tutup onu ayağa kaldırasım geldi. Sonra da yüzüne iki
şamar patlatasım…Neler oluyor sana bu ne hal diye yakasından tutup deliler gibi sarsasım…
Hem kızıyordum, hem de acıyordum haline. Allahım elimden bir şey gelmiyor ki…
Ancak uykusuz gözlerle seyretmekten başka…
Keşke görmeseydim.
Yerde, kabuğu ters çevrilmiş kaplumbağa gibi debelendikten sonra kalkmayı başardı
sonunda. O meşum kahkahalarından birini attı. Aylardır hep kibarlığına alıştığım bu
adamdan hiç duyulmayacak sövgülere rastlamak kış gününde bir bardak buzlu suyla duş
yapmak etkisi yarattı bende. İrkildim.
Saçı sakalı birbirine karışmış, göz altlarına kuzguni bir siyahlık çökmüş perişan yüzüne iki
soğuk su çarptıktan sonra kanepenin üstüne yığıldı. Paçavraya dönmüş bedeni battaniyenin
altında huzursuzdu. Belki şuan yanına gidemiyordum ama kalbinin ritmindeki
huzursuzluğu hissedebiliyordum. Ne vardı uzanıp sarılabilsem ona, ağrıyan kalbinden
öpebilsem!!!
Ahh koca çocuk görmüyorsun, duymuyorsun beni. Aynı havayı teneffüs ettiğimiz ortamda
senin için endişelenen varlığım kabına sığamaz oldu artık. Dolup taştı telaşlarım, yüreği
ağzında bekleyişlerim.
Sabaha kadar gözümü kırpmadan bekledim. Bekledim. Gözümü sakınmadan bekledim.
Apansız inen akşamın perdesinden tut da, kuşluk vaktinin kasvetli saatlerine değin… Sen
bir türlü uyanmadın. Dış dünyadan bihaber uyurken, üzerine konan kara sineği uzanıp
öldüremedim yaa, ona yanarım. Sırılsıklam olmuş perçemlerinin çevrelediği Yunan
heykellerini kıskandıracak parlaklıktaki o güzel alnını ıslak bezle silip ferahlandıramadım
yaa, ona yanarım.
Saat dört… Defalarca çalan şeytan uzantısının zırıltısına dayanamayıp uyandın o
vakit.Gözlerini ovuşturarak bakıyordun etrafa şaşkın şaşkın. Dünyaya yeni merhaba
diyen tatlı masumluğun vardı uykulu gözlerinde. Yüzünde pespembe bir yastık izi…
Kaşların çatılmış…Dikkatin darmadağınık, tıpkı şu buruş buruş olmuş yastığın bıraktığı
karanlık iz kadar belirsiz..
Bulantın tuttu galiba. Koşarak gittin lavaboya. Üstelik terliksiz… Kusuyorsun durmadan.
Öksürük seslerin, hapşırıp tıksırmaların çarpıyor ince duvarlardan.Her öksürdüğünde beni
bir endişedir sarıyor.Uzun kaldın. Upuzun… Sanki hiç olmamışçasına unutuldun. Sukunete
boğuldun.
Aynada inceliyorsun işte kendini.”Bana ne oldu böyle? Ne zaman bu hale geldim?” der
gibi uzun uzun bakıyorsun. Beğenmediğin o soluk suratına, gözlerinin karasının akına
karıştığı alacalı bakışlarınla dudak büküyorsun.
Ağzına tek lokma koymadan gene o gavur icadı makinadan çıkarttığı katranını sallaya
sallaya çıkageliyorsun. Tabi hemen büfede bir zamanlar rahmetli olan babandan kalma
porselen çini küllüğü kapıp o zıkkımı nefeslemeye başlıyorsun hiç fırsat kaybetmeden.
Ne varsa!!!
Melül melül bakıyorum sana şimdi sırada ne var diye? Hoş, hiç taysındığın yok ki beni.
Günlerdir aynı terane… Aynı tas ,aynı hamam…
Islık çalmaya başlıyorsun birden. Kalkıp giyindin. Hem de ne giyinme! Bir dirhem iki
çekirdektin günler sonra. Aynada saçlarını yana ayırıp bir güzel briyantinledin.
Omuzlarına yapışmış kadife ceketin ipliklerini elinin tersiyle itip şöyle gerine gerine
baktın kendine. Vayy be!!! Ben ne imişim der gibi pozlara girip yüz seksen derece tavaf
ettin aynadaki Antik Yunan heykeli suretini.
Artık tamamdın. Parfümün sürülmüş, saçların yapılmıştı. Ellerini ceketinin yakasına koyup
son defa çekiştirdin kendini. Kapıdan tam çıkacakken anahtarı unutmuş ev sahibi edasıyla
hızlı bir manevra yaparak salonu o can yakıcı gözlerinle taradın. Adımlarını çabuklaştırarak
mesafeyi yutarcasına kat edip aynalı dolabın çaprazında duran dantel örtülü ahşap sehpanın
üstündeki krizantem çiçeğini bir hışımla kaptın.Eyvahhh!!! O ne hırpani tutuştu öyle!
Acıtırcasına, kanatırcasına!
Kapıyı hızla çekip gittin. Avluda bommm diye örtülen hırçın ses bütün sokağa acımasızca
dağıldı.Hızla gelip geçen insan sürüsüne aldırış etmeden kasvetli ve damarlı lacivert geceye
karıştın.Sanki yürümüyor koşuyordun .Çekiştire çekiştire bir hal ettiğin vazoyu nasıl
tutacağını şaşırmış vaziyette kendinle sürüklüyordun.
Yolda yürürken muhayyilende neler neler canlanıyordu Allah bilir.Senden geriye,yap boz
tahtasına yazılmış yazgının sadece izlerini taşıyan, tebeşir tozu anların mı kalıyordu zamanın
ötesinde?Ne bu çığırından çıkan kaba realiteli adam halleri!!!!Ne oldu sana böyle? Bir
kadının dünyasıyla mı kurulmuş hamurundaki sahici özün, toz konduramadığım o nazende
kişiliğin hani nerede? Tarumar olmuş yapraklarıyla histerik acılar çeken kırmızı bir krizantem
çiçeğinin hırpalanmış gövdesi mi kaldı bu aşktan sana arta kalan!! Öfke dolu parmaklarınla
yapraklarını örselediğin zavallı çiçek vaktiyle dokunmaya kıyamadığın kadının teninde açan
zehirli bir çıbana mı dönüştü? Bu hadsiz nefret de neyin nesi?
Geldik. Beraberce yürüdüğümüz kimi ışıklı kimi geceler boyunca balçığa sıvanmış küskün
geçen ışıksız odaların huzmesinden süzülerek… Belki bin pişman belki tek kelimeye
hacetimiz kalmadan. Pervasız ve nadan…
Sevdiğin kadının yeşil ahşap kapısının önündeyiz işte. Buz gibi sen, örselenmiş parmaklarda
boğum boğum itilmişlik duygusuyla yoğrulmuş ben… Oysa, akşamın rüzgarı dallarla
oynaşıyor bizden bihaber. Sevişiyor börtü böcek yuva yapmış dallarda akşamın tenha
kuytuluğunda. Kuşlar minik yuvalarında gagalarında ebedi bir sevda, öpüşüyor karanlığın en
olmaz mahreminde. Bütün evren şaha kalkmış; duygular fora, bizden başka…
Yaprak yaprak titriyorsun. Elin zile gidip geliyor.Bir kararsızlık anı…Tam basacakken geri
çekiyorsun elini.Zil değil dersin ki ateş parmaklarını yakacak.O denli sakınıyorsun
ellerini.Çaresizce okşuyorsun kapının ahşap kabartmalarını.İçinden yüzlerce defa kapının
kendiliğinden açılmasını istediğini hissediyorum.Bir türlü ayrılamamandan.
Titreyen avuç içlerinden kayıp gidiyor kadının. Dağılıp savruluyor günlerce cesetleştirdiğin
ölünün mübarek külleri. Kadının öldü.Hem de günler öncesinden.Bu bir taziye.Sen bir cenaze
yakını…
Yüreğini tüketmiş pespaye zaman.
Mecalsiz kalmış eski bir şarkı, kurumuş dudaklarında.
Bu saatten sonra ne olursa olsun!!Aman!!!
Ben mi??? Boşversene!!! Kim napsın beni???
Soluk bir KRİZANTEM ; ayrılığı düğüm düğüm yaşayan
Zavallı bir figüran!!!!
Bir cevap yazın