Cep telefonumun alarmı durmadan çalıyor. Sabah saat yedi buçukta uyanmak için ayarlamıştım. Bir dakika içinde susması gerek ama bu bir dakika öyle uzun, öyle uzun ki alarm artık sadece ses olmaktan çıkıyor, upuzun iğnelere ve kocaman bir tokmağa dönüşüyor. İğneler vücuduma saplanıyor, tokmak kafama vuruyor. Sonu gelmez bir zaman dilimi bu. Bazı günler telefon yakınımda olduğu için daha ilk iğne saplanır saplanmaz hemen kapatabiliyorum ama bazen kolumun uzanabileceği mesafeden çok uzaklarda iğnelerini peş peşe fırlattığı oluyor. Bugün de o günlerden biri işte. Telefonum diğer odada. Artık bu ızdıraba dayanamıyorum, “Yataktan kalkıp şu lanet alarmı susturmalıyım” diyorum. Yorganı üstümden fırlatmamla tekrar üstüme çekmem bir oluyor Dışarısı çok soğuk ve karanlık.Oysa sıcacık yatağımda hayal dünyamda ne rahat, ne mutluydum. Ama kalkmam gerek yoksa sekiz çeyrek vapurunu kaçıracağım. Daha çok, daha çok uyuyayım diye on dakika gibi kısa bir süre de hazırlanma yeteneğim var.Bir kadın olarak bu büyük bir başarı bence.
On dakika geçiyor. İşe gitmeye hazırım artık. Balıklarıma yem veriyorum. Hepsi sağlıklı görünüyor, bu sabah onlarla muhabbet edemiyorum, bunun onları çok etkilediğini fark ettim. Böyle düşünerek aramızda duygusal paylaşımlar yaratmaya çalışmıyorum. Sadece onlarla konuşurken onları izleyebiliyorum, ne haldeler neye ihtiyaçları var görebiliyorum. Hemen acil tedbirler alıp olası felaketlerden onları koruyorum.Bizimkisi zorunlu bir birliktelik, doğum günümde arkadaşımın hediyesi.İlk fırsatta ben de onları bir başkasına vereceğim. “Tamam, akşama kesin konuşacağım sizinle, şimdilik hoşçakalın.”
Merdivenleri koşar adım iniyorum. Caddeye kadar aynı tempoda yürüyorum. Yolda aç kediler eşlik ediyorlar bana. Kimisi gözlerimin içine bakarak, kimisi mırıl mırıl bacaklarıma dolanarak yiyecek istiyorlar. Dün geceden çantama attığım mamayı çıkarıp önlerine koyuyorum. Telaşla yemeye başlıyorlar, onlar yerken sırtlarını okşuyorum.
Doğrulup yoluma devam ediyorum. Minibüse biniyorum. İçerisi kalabalık ve havasız. Oturacak tek bir yer yok. İnene kadar sürekli ya minibüsün manevralarından ya da yoldaki çukur ve tümseklerden dolayı ayaktakiler olarak, birbirimizden destek alıp, hep birlikte öne arkaya, sağa sola, her yöne doğru eğilip bükülüyoruz.
Minibüsten indikten sonra beş dakikalık bir yürüyüş.Daha sonra vapur.Vapurdan iniş, taksiye biniş. Yolum o kadar uzun ki evden çıkıp işe varmam bir buçuk saat sürüyor. Dört senedir her sabah ve her akşam aynı yolu gidip geliyorum. Evde veya işte cüzdanımı, anahtarlarımı unutmak gibi sıradan, günlük aksilikler dışında bugüne kadar başıma pek bir şey gelmedi. Hiçbir macera yaşamadım. Birkaç kez bir köpeğin denizde mutlu bir ifade ile yüzüşüne, bir kez orta yaşlı, kılıksız, hiç de entelektüel görünüşü olmayan bir adamın sabahın köründe, bankta, çok kalın bir kitabı dikkatle okuduğuna, bir kez de aşık olduğum zaman denizin, gökyüzünün ve martıların ne kadar farklı göründüğüne şahit oldum. Dört senedir bu üç saatlik zaman dilimine ait başka da bir şey hatırlamıyorum.
Nihayet uzun ve sıkıcı yolculuğumun sonunda işe varıyorum. Bütün gün bilgisayar başında birileri tarafından benim yapmam uygun görülmüş işleri, yine birileri tarafından belirlenmiş bir zamanda bitirmek için çabalayıp duruyorum. Dört senedir aynı masada, aynı bilgisayarın önünde, pencerenin diğer tarafında esen rüzgardan, yağan yağmurdan, bir kaybolup bir görünen güneşten habersiz , gözlerim ekranda ellerim klavyede bir döngünün içindeyim.
Akşam saat altı.İşten çıkıyorum sabahki yolculuğumun aynısını bu kez ters yönde yapıyorum.Bu akşam oldukça soğuk ve yağmurlu. Minibüsten indikten sonra başım paltomun içine gömülmüş, rüzgardan uçmaması için iki elimde tuttuğum şemsiyem gözlerimin önünde, sadece adımlarımı görerek yürüyorum. Apartmanın kapısını açıp içeriye kendimi zor atıyorum. Kapıdan içeriye bacaklarımın arasına rüzgarla birlikte bir şeyin girdiğini fark ediyorum. Kapıyı kapatıp ışığa yöneliyorum. Işığı açtığımda merdivenin ikinci basamağında bana baka bir çift yeşil gözle karşılaşıyorum. Elimdeki şemsiyeyi yere doğru sallayıp sularını akıtıyorum. Sonra karşılıklı olarak silkiniyoruz. Ben ayaklarımı yere vurarak ve başımı hızla sağa sola çevirerek, o da tüm tüylerini dikmiş vücudunu hızla titreterek silkiniyor. İkimizde üzerimizdeki ıslaklıktan biraz olsun arınmanın ve bu işi beraber yapmanın zevkiyle birbirimize bir kez daha bakıyoruz.Bu yağmurda onu dışarıya atmayı düşünmüyorum. Merdivenlerden yukarı çıkarken bacaklarıma sürtünüyor. Durup sürtünmesine izin veriyorum hatta yardımcı olup ben de bacağımla ona sürtünüyorum. Birlikte sürtünüyoruz. Bunu bir davet kabul edip benimle merdivenlerden çıkıyor. “ Tamam, bu akşamlık böyle olsun” diyorum. “Yarın sabah nasıl olsa herkes kendi yoluna gider” diye düşünüyorum. Daireme gelip kapıyı açıyorum. İçeriden sıcak ve tütsü kokulu hava bize kollarını uzatıyor.
Üzerimi değiştirip mutfağa geçiyorum. İkimizin de karnından gurultular yükseliyor. Misafirim gerçekten çok sessiz ve çekingen. Ben sofrayı hazırlamak için mutfakta oradan oraya koştururken beni sandalyenin üzerinden gözleri ile takip etmek ile yetiniyor. Yarım saat sonra her şey hazır. Nefis bir koku mutfağı dolduruyor. Gözlerimizi kapatıp bu kokuyu içimize çekiyoruz. Tabağını önüne koyduğumda mırıltılarla yemeye başlıyor. Ben de çatalımı ağzıma götürürken “ Neden olmasın? Memnuniyeti belirtmenin en basit yolu” diyerek onu taklit etmeye çalışıyorum. Birlikte mırlaşıyoruz.
Yemekten sonra kaloriferin önündeki koltuğuma geçiyorum. O da karşımdaki koltuğa uzanıyor. Tüylerini yalamaya başlıyor. Tüyleri kısa ve parlak. Karnı, yüzü, bacakları beyaz. Sırtı ise tamamen sarı. Bembeyaz bıyıkları upuzun. Patileri, dili ve burnu ise pespembe. Pembe, sarı, beyaz yalanıyor. Müziğin sesini açıyorum. Elimi uzatıyorum.Iıslak, minik dilini elimde hissediyorum. Çok hoşuma gidiyor, kendimi gülümserken buluyorum. “İyi ki geldin , misafirim oldun” diyorum. Tekrar arkama yaslanıp kendimi müziğe bırakıyorum. Dışarda yağmur rüzgarla birlikte oradan oraya savruluyor, şimşekler çakıyor, gök gürlüyor , biz sıcacık koltuklarımıza gömülüp birlikte müzik dinliyoruz.Gözlerimiz müziğin temposuna uyarak ağır ağır kapanıyor.
***
Daha güneş doğmadan uyanıyorum. Bu kadar erken kalkmama rağmen kendimi çok dinç hissediyorum. Ayrıca kurt gibi de açım. İyice bir geriniyorum, yataktan fırlayıp mutfağa koşturuyorum. Mutfağa giderken yan odada masanın üzerindeki akvaryum gözüme ilişiyor. Balıkların hepsi ne kadar hareketli ve kıvrak bu sabah. Pulları parıl parıl parlıyor. Uzun süslü kuyrukları ile suyun içinde kıvrım kıvrım süzülüyorlar. Gözlerimi onlardan alamıyorum, beni büyülüyorlar, içim içimi yiyor, dudaklarımı iştahla yalıyorum. Ordan kendimi zorla uzaklaştırıyorum.
Mutfağa girerken holde misafirimi görüyorum. O da uyanmış bana bakıyor. Ona doğru yürüyorum. O da bana doğru geliyor. Birbirimize yavaş yavaş yaklaşıyoruz, yaklaşıyoruz, burun buruna geliyoruz. Gözlerime inanamıyorum. Bir çığlık atıyorum. Elimi holdeki boy aynasına uzatıyorum. Burnumu yaklaştırıp kokluyorum. Koşarak yan odadaki koltuğun yanına gidiyorum. Kendimi dün misafirin uzandığı koltukta uyurken görüyorum. Bir çığlık daha atıyorum. Çığlıklarımdan dolayı uykuda olan ben yani benim bedenim koltukta şöyle bir kıpırdanıyor ama uyanmıyor. Tekrar aynanın karşısına koşuyorum. Kendime baştan aşağı bakıyorum. Yeşil gözlerim, hafifçe aydınlanmış holde, bembeyaz yüzümde parıl parıl parlıyor. Sarı tüylerim sırtımdan kuyruğuma kadar uzanıyor. Yere yatıp yuvarlanıyorum. Beyaz karnımın üstünde pembe patilerim havada kalıyor. Yerde yuvarlanmak çok hoşuma gidiyor vücudumu bir o yana bir bu yana yavaş yavaş döndürüyorum. İçimden kıkırdamak geliyor. Kulaklarıma mırıltı sesleri geliyor. “Ah bir de karnım tok olsaydı” diye düşünüyorum. Mutfağa gidip tezgahın üzerine zıplıyorum. Dün akşamdan tabağımda arta kalanları yalayıp yutuyorum. Tezgahtan inip odaya geçiyorum. Saat yediye geliyor. “O uyanmadan burdan uzaklaşmam gerek” diye düşünüyorum.Balkona doğru ilerliyorum. Akvaryumun olduğu odanın önünden geçerken balıkların bana kuyruk sallayışlarını görmezden gelemiyorum. “Benim balıklarım olmasaydınız hiç şansınız yoktu” bakışını fırlatıp hızla ordan uzaklaşıyorum.
Balkona vardığımda camları her zaman ki gibi açık bıraktığımı görüyorum. Bir sıçrayışta cama çıkıyorum. “İkinci kattayım, fazla yüzsek değil nasıl olsa…” dememe fırsat kalmadan, burnumun önünde süzülen güvercinin peşinden kendimi bırakıyorum. Yerde, dört ayağımın üstünde vücudum biraz titriyor. “Güvercini kaçırdım ama yine de güzel bir atlayıştı” diyerek kendimle gurur duyuyorum.
Başımı kaldırdığımda önümde her anı heyecan dolu, her yeri keşfedilmeyi bekleyen bir dünya uzanıyor. Uzaklardan erkek kedilerin iç gıcıklayıcı sesleri ve kokuları geliyor. Arkama bile bakmadan seslere, kokulara doğru koşuyorum.
Bilişim işçisi
Bir cevap yazın