1936 Yılı haziranında Fransa işçi sınıfı dünyayı sarsan bir mücadele deneyimi yaşadı.
H2O yayınlarından çıkan “İşçi Sınıfı Arafta, Devrimin Kıyısında Fransa Haziran 36” isimli
kitap, Fransa işçi sınıfının muazzam mücadelesini ve kazanımlarını anlatıyor. Bugün Greif,
Yatağan, Zentiva işçilerinin fabrika işgalleri yeni ya da hiç olmamış değil. İşçi sınıfının
mücadele tarihine şöyle dönüp baktığımızda, işçilerin doğrudan iş yerlerini işgal ederek
taleplerini patronlara dayattığı örnekler görebiliriz. Haziran 36 grevleriyle Fransa işçileri, iş
yerlerini işgal ederek üretimi durdurup taleplerini patronlara dayattı ve kabul ettirdi. Ben
yazımda, Fransa işçilerinin bu çok önemli deneyimini anlatmaya çalışacağım.
1936 Haziran grevlerinin altındaki gerçek etkenleri anlayabilmemiz için sadece
Fransız Yayıncının önsözüne bakmak yeterli: “1936 Haziran olayları bulutsuz gökyüzünde
kopan bir fırtına değildi. Aksine politik ve toplumsal gerilimin yükseldiği bir dönemde
gerçekleşti. ABD’de patlayan 1929 ekonomik krizi kapitalist ülkelerin tamamını etkilemişti.
Çok kısa bir süre önce de (1933 yılında) Nazizm Almanya’da zaferini ilan etmişti…”
Kitapta da anlatıldığı gibi 1936’da Fransa’nın genelinde milyonlarca işçinin tabandan
gelen bir hareket ile fabrikaları, büyük küçük tüm işyerlerini işgal edip bir ön devrimci
ortamı yaratmış olmaları 1929 ekonomik krizinin yansımaları sonucu gelişen bir birikimin
ürünüdür. Yine yayıncının belirttiği gibi “Fransa’da 6 Şubat 1934 tarihinde Ulusal Meclis’in
önünde aşırı sağcıların yaptığı gösteriye, işçi sınıfının bir hafta sonra, 12 Şubat günü verdiği
yanıt, sol partilerin liderlerini, kitleselliği açısından şaşırtacaktı. Bizi 1936 Haziran olaylarına
götürecek olan sonraki iki yıl boyunca pek çok emare ortaya çıktı. Grevci mücadele yeniden
canlandı, işçi örgütlerinde örgütlenme hızlandı, çok sayıda seçmen Sosyalist Parti ve
Komünist Parti’ye kaydı. Tüm bu yaşananlar, esas olarak, 1936 Haziran grevlerinde ete
kemiğe bürünen toplumsal ve siyasal bir radikalleşmeyi beraberinde getirdi.”
Haziran 1936’ya özgünlük kazandıran şey işçilerin öz güçlerine dayanarak kendi
işyerlerini, yani kapitalist düzenin can damarlarını ele geçirmiş olmalarıdır. Tüm ülkede
üretim ve hayat tamamen durdurulup, fiilen toplumun kalbi, işçi sınıfının eline geçmişti.
Artık devrim sürecinin ilk adımları atılmış, işçi sınıfı görevini yerine getirmişti. Patronların
bir kısmı; en bilinçsiz olanları, hemen polisi, orduyu gönderelim fabrikaları zorla boşaltalım
diye önerilerde bulundular. Sınıf bilinci olan patronlar ve akıl hocaları hemen “siz deli mi
oldunuz, aklınızı mı yitirdiniz gibi müdahalelerde bulundular!” Öyle bir şey yapıldığı
takdirde işçi sınıfının iktidarı ele geçirme yoluna gireceğini anlattılar. Patronlar kendi
çıkarları açısından geçici olarak taviz verip sürecin durdurulmasının en iyi çözüm olduğu
kararına vardılar. Ama bunun için büyük mali ve sosyal tavizler vermek zorunda
kalacaklarını da biliyorlardı. İşte bu nedenle de sendika bürokratlarının ve reformist Sosyalist
Parti ve stalinist Komünist Parti’nin yardımına başvurdular. Bu güçler “halk cephesi”
hükümetinde bir araya geldi ve hükümet lideri de “sosyalist” avukat Leon Blum oldu.
Almanya, İspanya, Çin ve daha birçok ülkede işçi sınıfı stalinistlerin ürettiği halk cephesi
formülünü kullanılarak bilinçli yöntemlerle defalarca başarısızlığa uğratıldı. Fransa’da da
öyle. Komünist partinin gazetesi artık grevlerin son bulması gerektiğini bile söylemeye
başladı. İşçi sınıfın dostu olduğunu söyleyen bu güçler, işçi sınıfına devrimci yolda önderlik
edip onu bu tuzaktan kurtaracaklarına, kapitalist düzenin yedek lastiği oldular. Bu tuzak işçi
sınıfının fabrikaları boşaltması oldu. Patronlar bedel olarak, o güne kadar hiçbir ülkede var
olmayan, 2 haftalık ücretli izin hakkını ve feci ekonomik krize rağmen ücretlere yüzde
30’lara varan zamlar yaptılar. Ama böylece de devrimci süreci durdurmuş oldular. Ardından,
bilindiği gibi ekonomik kriz durmadı ve kapitalist düzen tıkanan sistemine yeniden bir çözüm
buldu: Yeni bir barbarlık olan İkinci Dünya Savaşı.
İkinci büyük krizle beraber enflasyon hızla arttı ve işçilerin kazandığı ücret artışı kriz
yüzünden eridi. Haftalık 40 saatlik çalışma sınırı da kazanılan haklar arasındaydı. OECD’nin
verilerine göre bugün Türkiye’de çalışan nüfusun yarısından biraz fazlası haftada 50 saatten
fazla çalışıyor. Haziran 36 yılında çalışma saatleri işçi sınıfının mücadelesiyle en azından
daha insani bir düzeye indirilebildi. Günümüz teknolojisi üretim araçlarını muazzam düzeye
getirmiş olmasına rağmen çalışma saatleri onlarca yıl öncesine nazaran korkunç. İleriye
gideceğimize geriye gidiyoruz! İşçi sınıfı bundan yıllar önce mücadele ederek patronların
elinden, onların vermek istediği kırıntından daha fazlasını almayı başardı. Bugün işçi sınıfı
mücadeleyle daha da fazlasını kazanabilir.
Bütün bunları gerçekleştirebilmenin yolu işçilerin kendi öz örgütünü, yani işçi sınıfı
partisinin inşasını gerekli kılıyor. İnşa etmek yetmez! Aynı zamanda bu partinin, bizzat onun
yaratıcısı olan işçiler tarafından denetlenmesi gerekir. Şu çok açık ki kapitalistler, eğer
kitleler müdahale etmezse dünyanın sonunu getirmeye kararlı. Öyle ki mali sermaye tıkandı,
yatırımlar durdu. Spekülasyonlarla daha nereye kadar sermaye biriktirecekler! Gelir
eşitsizliği aldı başını gidiyor. Şu daha da açık ki dünyanın sonunu getirenler, emekçilerin
sırtında parazitler gibi yaşayan kapitalistler olmayacak! Bu saçma işleyişe dur demeliyiz. İşçi
sınıfının geçmiş deneyimleri, bugün işçilerin yolunu aydınlatıyor. Herkesin eşit ekonomik
düzeyde olduğu, sınıfların, kar hırsının olmadığı bir toplumsal düzen yaratabiliriz,
yaratmalıyız!
Bir cevap yazın