Yaz ayları gezme aylarıdır. Havalar ısınmış, güneş tenimizi yakmaya başlamıştır.
Zamanı gelmiştir artık, bir sahil kasabasına gitmenin ve denize ayaklarını sokup bir şeyler
içmenin. Bizimki de öyle yapar, sahilde bir restorana oturup garsona seslenir, dostum donat
masayı kendime bir şeyler ısmarlamak istiyorum. Garson belli etmez ama içinden, bu adam
kafayı yedi herhalde diye düşünmeden edemez. Tabi beyefendi, ne istersiniz? Acı istiyorum,
yanında 35’lik yaşanmışlık da olsun. Az değil mi efendim der, garson? Yetmişlik yapalım
onu. Olmaz der adam daha ona zaman var, zamanı geldiğinde o da olur. Kısa bir bekleyişten
sonra, garson masayı doldurmaya başlar. Mezeler, meyveler, buz kalıpları, deniz börülcesi,
lakerda… Donatmıştır masayı. Gün batmak üzeridir. Karşısına almıştır güneşi ve ilk kadehini
ona kaldırır. Bütün kış neredeydin diyerek sitem eder, güneş de ben hep buradaydım dercesine
denizin üstünde yakamozlar bırakarak devreder görevini geceye.
Akşam çöktüğünde, ışıkların dansı başlamıştır. Mekan dolmak üzeredir. Herkes
sevgilisiyle, eşiyle güzel bir yaz akşamı geçirmek için gelmiştir mekana. En güzel kıyafetler
giyilmiş, saçlar yapılmış, herkes en bakımlı haline bürünmüştür. Bütün masalarda en az iki
kişi oturmuş sohbet etmektedir. Bizimki ise tek başına takılmaktadır. Güneş de gittiğine göre
artık kime kadeh kaldıracak? Arka fonda Zeki Müren’den “Elbet bir gün buluşacağız” şarkısı
çalmaktadır, ona eşlik eder kadehini yudumlarken. Bir deniz kenarında el ele maziyi
konuşmak isterken, şimdi ise 35’lik eşliğinde hayaliyle dertleşmektedir. Yarım kalan hayaller,
içinde yanan ateş hiçbir zaman sönmemiştir. Bu duygularla dalıp giderken, mekana yeni
giren bir çifte gözü takılır, kadının kolunda yazlık bir çanta, çantanın üzerinde ise Frida
Kahlo’nun resmi vardır. Hafif bir tebessüm belirir yüzünde. Yalnız değilim artık der. Çünkü
Kahlo da hayatın acımasız yükünü omuzlarında taşımış, kaldırılamaz denen yükleri tek başına
yüklenmiş bir kahramandır. Şimdiyse kahkahalar atan kadının, tabureye asmış olduğu
çantanın üzerinden ona bakmaktadır. Artık kadeh kaldıracak biri vardır karşısında. Şerefe…
Frida viski severdi lakin önemli olan yalnızlık karşısında birlik olabilmek değil miydi? Frida
ahh Frida… Kader ortağım.
Alkolün etkisi, sıcak yaz akşamı, fonda çalan müzikler ve karşısında Frida. Çakırkeyif
olmaya başlamıştı hafiften. Dalıp gitmişti uzaklara. Garson yanına gelip bir şey isteyip
istemediğini sordu. 70’lik dedi. Aman ağabey 35’lik yetmiş sana, kâfi dedi. Üstelemedi adam.
Ama gözü halen, çantanın üzerindeki resimdeydi. Gözünü ayıramıyordu Frida’dan. Saat
epeyce ilerlemişti. Alkolün de etkisiyle sesler yüksek çıkmaya başlamıştı. Bazı seslerin kavga
mı olduğu, konuşma mı olduğu ayırt edilemiyor gürültü birbirine karışıyordu. Fakat bir
gariplik vardı, Kahlo’nun olduğu masadaki çift hararetli bir şekilde tartışmaya başlamıştı.
Kavga dozunu arttırmaya başladığında garsonlar erkeği dışarı çıkardılar. Kadın masada yalnız
kaldı ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Diego’nun, Kahlo’yu üzdüğü gibi, adam da kadını
üzmüştü. Frida ile ikisi kalmıştı masada, kendilerini anlamayan adamlarla ne yapacaklarını
bilmeden. Belki de çevresinin Kahlo-Diego ilişkisini onaylamadıkları gibi, onların da
ilişkilerini onaylamayanlar vardı. Fakat aşkın yanlışları görememe gibi sorunsalları yok
muydu? Aşk ile acı hep iç içeydi. Frida neden Diego’ya aşık olmuştu? Ve onca acıya rağmen
ölene kadar neden ondan vazgeçmemişti? Kadının da hıçkırarak ağlamasına bakılacak olursa
belli ki, o da vazgeçecek gibi görünmüyordu.
Karşıdan bakmakla yetinmeyen bizimki, çakırkeyif olmanın da vermiş olduğu
özgüvenle kadının masasına gitmeye karar verdi. Bunu yapması ne kadar doğruydu? Fakat
şimdi bunu düşünecek zaman değildi. Masadan kalktı, uzun süre oturduğu için başta sendeledi
fakat kendini toparlayıp masaya doğru yürüdü. Kadından izin alıp oturmak istedi. Lakin kadın
onu sertçe azarladı. Israr etmedi bizimki ve masasına geri döndü. Kadının aklında sevgilisi,
Frida’nın aklında Diego, bizimkinin aklı ise havada, biraz önce efkârlanırken şimdi Dieogoluk
peşinde. Çünkü Diego da sürekli başka kadınların peşinden koşup üzmemiş miydi Frida’yı?
Bazı durumlar da karşımızdaki kişinin değişmeyeceğini anladığımızda, yapacak bir
şey kalmadığında, Frida gibi kendimize dönmeye karar veririz. Sonuna kadar sabretmeyi,
fakat zamanı gelince de gitmeyi.
Frida Kahlo, aslında hiçbir şeyden gitmedi, gitmek zorunda kaldı. Buna tepki olarak
kendini resmetmeye başladı. Birçok tablosunu yaptı, her halini çizdi, nasılsa öyle resmetti
kendini. “Hiçbir zaman hayallerimi ya da kâbuslarımı resmetmedim. Ben sadece kendi
gerçekliğimi resmettim.” diyerek kendisinin ne kadar kıymetli olduğunu anladığını göstermiş
oldu. Aslında hepimizin içinde birer Kahlo yatmaktaydı. Rakı içen adam Dieogoluk yapsa
da, dalıp gittiğinde uzaklara kalbindeki yalnızlıkla baş başa kalmaktaydı. Ya da masada
hıçkırarak ağlayan kadın, içinde hep yarım kalmışlık ile yaşamaktaydı.
Bugün, duvarlara resmi çizilen, defterlere kitaplara baskısı yapılan, baktığımız her
yerde yüzünü gördüğümüz, tanımasak bile gözümüzün bir yerlerden aşina olduğu o güzel
kadın. Hikayesini bilmesek bile, yüzündeki ifadeden yaşanmışlıkları olduğu anlaşılan bu
kadın, aslında hepimizin hayatında gizli olan bir yanımızı ifade eder. Nedir bu gizli yanımız,
aşkımız mı?
Sahi nedir aşk?
Frida gibi, bir ömür beklemek midir? Ya da, aklında birinin hayali varken, başka bir
hayal peşinde koşmak mı? Bir sahil meyhanesinde hayallere dalmak mıdır yoksa? Bunun
cevabını ancak sen verebilirsin. Ya bir ömür kendi masalının prensesi olursun ya da başka
masallarda prensini beklemeye devam edersin. Baktın olmuyor mu, kendine dönersin en
sonunda. Belki kendini çizemezsin Frida gibi ama sen de bol bol kendi fotoğrafını çekersin.
Her açıdan, tüm detaylarıyla. Özçekim yaparsın Frida’yla, acılara göz kırparak. Aynı fotoğraf
karesinde, farklı zamanlarda, benzer acılar yaşayarak selam gönderirsiniz yaşayamadığınız ne
varsa.
Bir cevap yazın