On beş yaşındaydım. Yatılı okulu kazanmıştım. Daha mahalleden çıkmadan başka şehre okumaya gidecektim. Bu da demek oluyordu ki artık adam olacaktım. Bizimkiler biraz mırın kırın etse de karşılarındaki adamın iradesine bir şey diyememişlerdi. Tabii altı çocuğu birden okutmanın zorluğu da babamın bu kararımı saygıyla karşılamasına yardımcı olmuştu. Kayıt günü babamın okul müdüründen aldığı yol tarifini annem iki nüsha olarak temize çekmiş, birini cebime birini de ne olur ne olmaz diyerek başkasınınkiyle karışmasın diye valizime koymuştu. Otogardan otobüse bindirilmiş, dar koridorda “Ne içersiniz? Çay, kahve, kola fanta?” diyerek ilerleyen hostesten artık adam olmanın verdiği güvenle sade neskafe istemiş, yüzümü buruşturduğum belli olmasın diye kahve bitene kadar camdan dışarı bakmıştım.
Günler kimi zaman hızlı kimi zaman yavaş geçerken en sevdiğim günün Cuma olduğuna karar vermiştim. Düşünsenize, önce perşembe olmuş sonra doğal olarak cumaya dönmüş, bir 24 saat daha sabredersem kendimi çarşıda bulacağım. Cepte yine para yok ama olsun. Sabah sekizden akşam beşe kadar çarşıcıyız. Bundan büyük mutluluk olur mu? Böyle bir sabaha insan nasıl uyanır?
Eşref Hocanın tüm yatakhaneyi inleten sesiyle uyanır. Gakgak-gakgakgak. Yüz kere, bin kere milyon kere gak. Kalk demezdi ısrarla Eşref Hoca, varsa yoksa gak. Niye karga Eşref dememişiz ki bu adama? İlk defa deniz görüp martı duyduğumda da hocam aklıma düşmüş martı da denebileceğini düşünmüştüm ama bozkırın en ortasında ha martı ha ejderha… Yalan olmasın şimdi, yemekhanedeki televizyonda falan görmüşlüğümüz vardı martıyı tabii. Muhtemelen demir parmaklıkların arkasında mahkum olan televizyondaki martılar seslerini duyulamıyorlardı.
Annemizi babamızı bırakıp gurbete gelmiştik ve bilmediğimiz bu şehri öğrenmeye çalıştığımızı düşünürken bilmediğimiz hayatı öğrenmeye başladığımızın çok farkında değildik. Hayatın binbir sesinden biri de Eşref Hoca’nın gaklamasıydı. Başlarda komik de geliyordu gerçi ama lise birin ikinci ayında memleketten henüz dönmenin miskinliğiyle bir Cuma sabahı işler değişmişti. Hocanın tüm gaklamalarına ve ranzaların soğuk demirlerine vurduğu anahtarların çıkardıkları seslere rağmen uyanamamıştım. Hoca mecburen kendine göre ikinci –gakladığının farkında değildi çünkü – bize göre üçüncü silahını kullanıp hakem düdüğünü kulağımın dibinde öttürünce anında uyanmakla kalmayıp ranzanın üst katının demirine ve suntasına çarpsam da kısa sürede hazır ola bile geçmiştim. Sersem halim hocayı tatmin etmemiş olacak bir de sol kulağımın tözüne vurmak suretiyle gaklarının önemini beynimin ilgili bölümüne çakmıştı.
Bu tecrübe elbette yeterince etkili olmuş, son sınıfa kadar hocanın yatakhane nöbetçisi olduğu günlerde her zaman o gelmeden uyanmıştım. Hatta elimi yüzümü yıkayıp gri pantolonum, lacivert ceketim ve kızların eteklerinin artan kumaşlarından yapılan ama yine de eteklerin yeterince kısalmasına yetmeyen kravatımla hazır olda beklediğimi gören hoca benimle gurur duyduğunu söylemeye başlamıştı. Gel gör ki bu saadet de sonsuza dek sürmedi. Son sınıfın son haftalarına yakın, artık kimse okul derslerini umursamazken ve herkes üniversite giriş sınavına kilitlenmişken bir sabah meşum hadise yeniden vuku buldu. Gece yarısına kadar test çözmüş sonra da gideceğim üniversitenin hayaliyle uykuya dalmıştım ve Eşref Hocanın nöbetçi olduğu aklımdan çıkmıştı. Adamın umurunda değildi son sınıf olmamız. Kurallar vardı ve bunlara uymalıydık. Bu sefer düdüğe gerek kalmadan anahtarın çıkardığı metalik sesle uyansam da sonuç değişmedi. Pardon, değişti. Bu kez sağ kulağımın tözüne vurdu. Böylece hocanın gaklaması sağlı sollu mühürlerle sonsuza kadar beynime hapsolmuştu. En azından ben öyle zannetmiştim.
Üniversite için tekrar baba ocağına döndüğümde adamlığımın ilerlediğini düşünsem de sabah uyanmalarıma bir türlü çare bulamıyordum. Lise biteli yüzyıl olmuştu ama yine de sabahları kalkarken kafamın içinde o sesle uyanıyordum: Gak gak -gak gak gak. Eşref Hoca gerçekten iz bırakmıştı.
Derken bir gün bir kız sevdim. Bizim sınıftaydı. Pek havalıydı. Bana hayatta bakmazdı. Bakmadı da zaten. Gel gör ki belki bakar mı diyerek onun olduğu her gruba girme çabalarım sayesinde ben farkına bile varmadan sabahları uyanırken onun yumuşak sesini duymaya başladım. Gecem gündüzüm o olmuştu. Bir bahar şenliğinde o züppeyle öpüştüğünü görmeseydim, mevsimlerim, yıllarım da olabilirdi. Olmadı. Olsun, gaklamalar bitmişti ya bunun için bile kıza duacı olmam gerekiyormuş. Bunu şimdi fark etmem de benim ayıbım olsun.
Üniversitede ve sonrasında olanlar oldu, bitenler bitti. Şimdi burada hayatımın her detayını yazmama da gerek yok sanırım. İş buldum, evlendim, çocuklarım oldu ve adam olma hayali kuracak yaşa geldiler. Nasıl oldu nasıl bitti anlamadım ama oldu işte. Sonuçta bugüne geldik. Öğleden sonraya. Yüksel caddesinde oturmuş gazetemi okurken yavaş yavaş önce gazetenin sağ kanadını sonra dizlerimi sonra tüm vücudumu kaplayan gölgeyi fark ettiğim ama ısrarla ne olduğuna bakmadığım ana geldik.
Ben gölgeye bakmadım ama gölge bir anda konuştu. GAK! Sezar’ın sesi gibi otoriter ve kalın bir ses. Bir gölgeden gelen o ses. Yıllardır duymadığım tek notalık melodi. Evet, Eşref Hoca. Evet Ankara’da. Gak. Nasıl da tanıdı beni? Yıllar uzun boyunu kısaltmış, sunta gibi göbeğini iki metre öne çıkarmış, keçe gibi ve simsiyah saçları seyrelmiş ve beyazlamış. Gak da bir bakayım sana, dedi sonra. Elim ayağıma dolaştı. Ne yapacağımı bilemedim. Hemen kalkıp elini öptüm. Yanıma oturacak oldu. “Olur mu hiç öyle kaptı kaçtı gibi? Bir yerlere gidelim hocam,” dedim. Acelesi yoktu belli ki, bana ayak uydurdu. Konur sokağa dönüp Meşrutiyet’i aştıktan sonra bizim yaşımızdakilerin oturmasında mahzur olmayan bir yere oturduk. Çaylarımızı söyledikten sonra tam iki saat boyunca konuştuk. Ben konuştum o dinledi, o konuştu ben dinledim. Telefonu çalmasa daha da oturacaktık ama iki saatin sonunda kalkmak zorunda kaldık. Tekrar elini öptüm, hesabı ödedim ve caddeye vardığımızda ayrıldık. O Mithatpaşa’ya doğru gitti, ben Güvenpark’a yol aldım.
Hava kararmak üzereydi, o saatten sonra bir şeyler yapılmaz deyip dolmuşa bindim. Yolun yarısında uzun zamandır konuşmadığım liseden Hayri geldi aklıma. Hayırsız Hayri’yi bu vesileyle arayıp günün olaylarını anlatmalıydım. Telefonu neredeyse hemen açtı. Standart sözleri söyledikten sonra Hayri her zamanki uzun tiratlarından birine başlamadan “Eşref Hoca’yı gördüm bugün,” deyiverdim. Hiç beklemediği bu habere şaşıran Hayri “Vay be!” dedi ve sordu ‘Ne anlattı?’
İşte burada film koptu. Bir anda sol kulağımda önce bir, sonra yüz ve en son bin karga gaklamaya başladı. Hayri cevap bekliyordu ama benim beynim patlamak üzereydi. Onun tarafındaki sessizlik üzerine tekrar konuştu “Ne anlattı diyorum, hoop!” Bu sefer sağ kulağımdan giren bin martı sesi ikinci darbeyi vurdu. Eskişehir yolunun ortasında karga neyse de martı olacak iş değildi. Korkuyla telefonu Hayri’nin suratına kapattım. Kargalar ve martılar hala beynimde çığlık çığlığalardı. Zorla Hayri’ye mesaj attım “Telefonda Sıkıntı VAr. YARın ArarıM.” Mesaj attıktan sonra karga sesleri giderek azaldı ama yok olmadı. Gak gak, gak gak. Hocanın bütün dedikleri silindi ve bir tek gak kaldı.
Kendimi eve zor attım. Ne karımın bülbül sesi, ne çocukların saka gibi şakımaları, hiçbiri beynimde yankılanan gakları bastıramadı. Bir anda aklıma bir hafta önce okuduğum, yazmanın hafızaya olan katkısıyla ilgili makale aklıma geldi. Yazarsam ne konuştuğumuzu hatırlayabileceğimi düşünerek hanımla çocukların şaşkın bakışları arasında odanın kapısını kapatıp başladım yazmaya. En baştan yazayım ki süreç tam otursun dedim.
Gel gör ki yok. Yok Allah yok! Ulan ben bu adamla ne konuştum iki saat boyunca? Yarın Hayri aradığında – ki bilirim beni beklemeden o arayacak – ne diyeceğim herife?” Hoca iki saat boyunca Gak dedi” mi diyeceğim? Biz hocayla ne konuştuk iki saat boyunca. Allah’ım yardım et.
Bir cevap yazın