Bir günü diğerinden farklı kılan yaşam enerjisi ve hayatın dokunulmayı bekleyen
bütün renklerini sunmaktaki cömertliğiyle, çalıştığı yere bahar kokusunu getiren biriydi o. Her
sabah ofis onun kahkaha sesleriyle şenlenir ve işten yakınmaya kısa süreliğine ara veren
arkadaşları gülümserdi. Ne zaman sessizlik olsa, onun işe gelmediğini ya da canının bir şeye
sıkıldığını düşünürlerdi. İncecik bilekleri, fincandan yükselen kahve buğusunu andıran
bakışları ise neşeli kişiliğini bastırıp kadınlığını ön plana çıkarıyordu. Bir ceylan zarafetiyle
yürürdü koridorlarda. Her gün tazelenen kırmızı ojesi, kalem eteği, birkaç tane düğmesi
açılmış beyaz gömleği ve stiletto ayakkabılarıyla herkesin hayran olduğu bir kadındı o.
Aslında ruhu, görüntüsünün aksine can çekişen birinin ayak diremelerini andırıyordu. Bir
şeylere inanmaya gücünün de inancının da kalmadığını anlamak için onu yakından tanımak
gerekirdi. Ama insanlar hep kolay olanı, yani sahte neşesinin parıltısını çekip koyarlardı
ceplerine. Kahkahalarında gizlenen neşenin, çektiği acıyı gizlemek için olduğunu anlamak
kimsenin işine gelmezdi.
Yine böyle sıradan bir gündü. Ama o gün ne olduysa, anlatmadıkları içinden taşacak
gibi olmuştu, neredeyse dokunsalar ağlayacaktı. Hava kapalı, sisli ve de pusluydu. Tıpkı onun
gibi… Yağmur nasıl ha yağdı ha yağacak vaziyette duruyorsa, kadın da aynı öyleydi. Biraz
daha ofiste dursa, kalabalığın içinde eriyemeyecek, tutamayacaktı kendisini. Kahvesinden bir
yudum daha aldı ve aniden yerinden kalkarak koşar adımlarla dışarı attı kendisini. Yağmur
bu, rahat durur mu? Ona özendi, telaşlı telaşlı sağanak şeklinde yağmaya başladı.
Kadın, yağmurun altında ne kadar yürüdüğünü kestirememişti. Yol uzadı, adımları
kısaldı ama mutsuzluğundan bir gram bile eksilmedi. Omzuna bir elin dokunduğunu fark
etmese, düşüncelerinin ulaştığı kilometreye kadar yürüyebilirdi belki de. Birden “İyi misiniz
hanımefendi?” diyen tok bir ses dokunmuştu saçlarına. Kafasını kaldırdı. Adamın dudak
hareketlerinde yarım bıraktığı cümleleri, derin göz süzüşüyle tamamladı. Adam biraz gerçekti
biraz hayal. İnanılması zor olan, davudi sesinin ulaştığı noktalarda kadının bir yabancıya
inanma ihtiyacının ortaya çıkmasıydı. Elindeki şemsiyesini uzatan adam, “Hadi gelin. Çok
ıslanmışsınız. Şurada bir kafe var. Oraya oturalım” dedi. Kadın, ürkekliğinden bu kadar kolay
kurtulacağını söyleseler inanmazdı ama tuhaf biçimde adamın samimiyetini hissetmişti. Ve
şemsiyenin altında birlikte yürümeye başladılar.
Biraz yürüyüp yakındaki kafeye oturdular ve iki çay söylediler. “Sırılsıklam
olmuşsunuz. Sizi bu hale getiren nedir? Merakımı bağışlayın ama…” dedi adam sesini
sürükleyerek. Bu kez kadının suskunluğundan vazgeçmesi o kadar kolay olmamıştı. Ama
2
sıcak çayın demli tadı ve adamın evvela kendinden bahsetmesi cesaret vermişti ona. Birden
“Çok sevdiğim biri yüzünden” deyiverdi kadın, fısıltıyla karışık. Adam sırası olmadığını
farkındaydı, araya girivermişti hemen. Masadaki yarı ıslanmış dergileri ve kitaplarını gösterdi.
Bir dergide editör olduğunu söyledi ve kartını uzattı. Bu, aslında konuşmadan imzalanmış bir
anlaşmaydı.
Kısa süren sohbetin ardından kalkması gerektiğini söylemişti gizemli adam. “Sizi
gideceğiniz yere bırakayım. Daha fazla ıslak ıslak oturmayın yoksa hasta olursunuz” dedi
sonra. Kadının çok hoşuna gitmişti adamın, bir yabancının, herhangi birinin onu böyle
düşünmesi. Uzun zamandır kimsenin onu böyle düşünmediğini fark etti o an. Buna sevinmek
yerine üzüldü. Gülümseyemedi, sustu.
Eve geldi sessizliğini de yanına alarak ve hızlıca üzerini değiştirdi. Yatağa
uzandığında aklında adamın editörlüğünü yaptığı dergi vardı sadece. Yıllar önce yazıp bir
köşeye attığı kısa hikâyeleri kuşattı dört bir yanını. Sonra yazmaktan vazgeçmesine bir neden
bulamadı. Birden yatağından doğruldu, çalışma masasının başına geçti. Yıllar önce böyle
ıslandığında Gargamel’in “Hadi ama hasta olacaksın. Üstünü değiş çabuk” dediğini hatırladı.
Ve o günün ilk tebessümünü fırlatıp yazmaya başladı. Nefes almadan, aklına geldiği gibi ve
parmakları yorgun düşene kadar yazdı.
İnsan, acısına bakıp bakıp üzülmektense, başına gelen kötü hadisenin açtığı yarayı
ustaca kapatabilirdi. Yara bandı kesinlikle kağıttı, merhem de kalem.
O gece düşündüğünü yaptı ve yazdığı öyküyü dergiye yolladı. Mutsuzluğunu evinden
ve ruhundan dışarı çıkarmanın verdiği huzurla uyudu sonra. Üzüntünün, yazılı olduğu kâğıdın
büründüğü beyaz yorganın altında kalması, yalnızlığını da alıp götürmüştü.
Çok geçmedi. O öykü o gün tanıştığı adamın editörlüğünde, dergide yayımlandı. Ve
bundan sadece birkaç hafta sonra, onu terk eden adamın eline geçti bu dergi. “Gargamel”
başlığını ve öykünün yazarını görür görmez içine kurt düşen adam, öykünün devamını okudu
ve daha ilk paragrafta “Hadi ama böyle daha fazla ıslak ıslak durma. Hasta olacaksın. Üstünü
değiş.” Cümleleriyle kurşuna tutuldu.
Aynı gün ansızın uzun uzun telefonu çaldı kadının. Son anda yetişmişti ve telefona
bakınca gördüğü isim yüzünden donup kalmasından daha doğal bir şey olamazdı. Ekranda
“Gargamel arıyor” yazıyordu.
Bir cevap yazın