Sabah erkenden çıkıyorum odamdan. Merdivenleri ikişer üçer atlarken sırt çantamdan şıngırtılar geliyor. Çantanın kıçını elimin tersiyle dürtüklememle susuyor nesnelerim. Pansiyonun kapısından zor atıyorum kendimi sokağa. Anamın karnından demincek çıkmışçasına yabancıyım önümdeki şehre. Görülecek, dolaşılacak, fotoğraflanacak sayısız yer var şu birkaç günde. Huzursuzluğumun, telaşımın sebebi bu- az zamana çok iş sığdırmak huyum değildir ama oldu bir kere, ne edelim?
000
Yağmur atıştırıyor. Uzansam elimi sürebileceğim denli yakın yeryüzüne bulutlar- bacalardan göğe boşalmışçasına koyu gri ve ölüler. Dolduruyorum nemli havayla ciğerlerimi; burnuma çalınan tuhaf koku kendi topraklarımda tatmadığım gizil bir keder taşıyor böğrüme. Toprağın ruhunun kokusu bu– milyonlarca ayağın altında ezilen, can çekişen kent toprağının sesi. Burnumun dibine uzanmış bir el yardım dilenen, ufak bir çığlık, sisli bir iç çekiş bu, taze bir damla yaş koyvermişçesine! Kendi kentimde ve gittiğim nicelerinde tatmadığım bir duygu, daha önce hiç mi hiç işitmediğim bir ses- hala canlı ve direniyor balçık gibi asfalta, beton binaların ağırlığına ve oraya buraya işleyen arabaların kokuşmuş lastiklerine. Hastalıklı -ama ısrarla belirtiyorum ki hala canlı- bir kent doğasının çığlığı bu! Duyuyor, içiyor, kokluyor- duyuyor, tadıyor, yaşıyorum. Başımı göğe çeviriyor, kollarımı açıyor, kendi etrafımda coşkuyla dönüyor, dönüyor, dönüyorum… Bulutların karasının ötesinde berisinde açılmış gediklerden taze ve parlak gök parçacıkları ışıyor. Seziyorum ki bu kentte elim bir tuhaflık var.
000
Birkaç tarihi binaya bakıp yakınlardaki turistik yerleri gezdikten sonra o an yanından geçerken fark ettiğim, aynalı plazalar arasındaki mini minnacık bir boşluğa kurulmuş -doğrusu tutsak edilmiş olacak- bir şehir parkına giriveriyorum. Eğer bir şehre yabancıysam onu tanımak için yapabileceklerimin en keyiflisi, ilk gördüğüm parka girip ötemde berimde oturan, önümden geçen insanları izlemek, arkada akan şehri, otobüslerin homurtularını, araba kornalarının namelerini, yol kenarlarını süsleyen ağaçların hüzünlü hışırtılarını dinlemek olur.
Bu şehirde bir şey var- ki içimi cızlatıyor, opaklaştırıyor düşüncelerimi.
000
Kent merkezindeki üç ünlü çeşmeye bozukluk atıyorum, dileksiz. İlki tunçtan koca bir musluk heykeli, hemen altındaki havuza döken sularını. Diğeri paslı bir gergedan, boynuzundan sular püskürten. Üçüncüsü bir denizkızı, kuyruğu suda güneşleniyor kaidesine uzanmış, saçlarını iki eli arasında toparlamış- zülfün ucundan damlalar düşer memelerine. Her birinin kıyısına sırayla oturuyor, havuzlarındaki suya sürüyorum ellerimi. Keşke evim bu heykellerin arasında olsa diye düşünüyorum. Lüle musluğun altında yıkansam, gergedanı çocuğum belleyip okşasam, deniz kızıyla sevişsem sırılsıklam- emsem tunçtan memelerini, içsem saçlarındaki damlaları gün ışığıyla ılıyan, gezinsem dilimle pürüzsüz bağrında… Bu tapılası şehir yuvam olur! Kıyıveririm nikahı deniz kızına- paslı gergedanımızın üstünde dolanırız tüm sokakları hemşerilerimizi selamlayarak. Tüm kentin yuvamız olduğunu biliriz… der iken neler saçmalıyorum böyle. Olacak iş değil- yuva mı? İstemem öyle şey- ben zaten yeryüzünün neresini benimsemişim ki?
000
Gece mavisi bir yel değirmeni dönüyor, kentin en doğusunda yükselen Yalnız Dağ’ın
yamacında.
Okyanusun azgın dalgaları dövüyor
aynı yamacı.
Karanlık bir kasaba— balgamlı bulutların gölgesinde tütüyor üç beş baca
aynı yamaçta.
Tek bir ağaç yoktur köyde- tek tük evin arasındaki boşluklar yanık toprakla dolu. Çimler kara kara, koyu damarlı sarmaşıklar kaplamış yıkık su kuyularını.
Yuva yapıyorum bodur bir çalının dibine; köyün tüm insanlarıyla, ağır ağır işleyen mavi değirmenle, hırçın dalgaların köpüğüyle uzanıveriyorum
aynı yamaca.
Günbatımına bir saatten biraz fazla var- günün son ışığını doya doya içemezdim, şehrin güzelliğini fark etmeden oradan oraya yuvarlanan gözlerin arasında. Çok açık söyleyeyim, keyif pezevengiyimdir ben! Bir bardak suyu bile su sıcak ve soğuk arasındaki o birkaç derecede, yani serin olmadığı ve üstü minderli rahat bir sandalyeye popomu kondurup sırtımı dayamadığım sürece susuzluktan gebersem içmem! Delisin sen, derler– Peh! Öyleyim, buyrun bakalım.
000
Denize çevirdiğim yüzümü kim bilir nerelerden uçup gelen bir yel yalıyor. Gözlerimi yumuyor, dudaklarımı aralıyor, dilimi dışarı çıkarmadan öne uzatıp oracıkta kıpraşan havayı ağzıma davet ediyorum. Havanın tadını en güzel böyle alırım- okyanus tuzu millerce öteden… Sahra çölünden buralara sürüklenirken milyonlarca parçaya bölünmüş kum zerrecikleri… Parisli bir matmazelin zakkumlu parfümü saklı dilimle çevirdiğim havada- belki benim gibi yapayalnız bir ademin gözyaşlarının nemi, ıssızlara uzanmış… Gün batıyor batmasına- ama ondan önce;
Gece Mavisi Yel Değirmeninin Öyküsü
Bundan üç yüz yıl kadar önce bir gezici hekim uğramış köye. Yırtık ve pis çaputlara kuşadığı zayufi titrek bedeni bu coğrafyanın eğri büğrü, buruş ağaçlarına benzermiş. Kapı kapı dolaşır, girdiği hanede bir hasta varsa omzundaki bohçadan, içinde buğulu turkuaz bir sıvıyı muhafızlayan minik bir şişe çıkarır, kendi elleriyle şişenin ağzını hastanın dudaklarına dayayıp ilacı son damlasına kadar boğazından boşaltıverirmiş. Hanedekilere bir süre hastayla konuşmamalarını tembihler, tüm soruları savuşturup geldiği gibi ses etmeden çıkarmış evden. Gel zaman git zaman köy ahalisi bu şifacıdan başka bir şey konuşmaz olmuş- gizilce ihtiyarın peşine düşmüşler. Bulduklarında adam anadan üryan, bir ayağı denize bir ayağı gümüşi kumsala batık, uyukluyormuş ay ışığı altında. Uzaktan bakanlar birinin orada uzandığını fark edemezmiş çünkü ihtiyarın bedeni de tıpkı kumsal gibi ışıldıyormuş. Şifacının başına üşüşen ahali onu bir çeşit büyücü sanıp öyle korkmuş ki aralarından bir cengavere adamı oracıkta boğazlayıvermesi için yalvarmaya başlamışlar- bir yiğit yerdeki bir taşa uzanıp onu ihtiyarın kafasına çakıvermiş. Adamcağız daha uyanıp ne olduğunu anlayamadan ölmüş oracıkta. Neden sonra birileri adamın yanındaki bohçayı çözüp içindekileri yere savurmuş- bir bohça dolusu buğday- köylüler kumsalda uçuşan buğdayların peşinden koşuyormuş şaşkınlıkla. Bir tutamını yakalayabilenler koklamış, ısırmış, çimdiklemiş onu ama sıra dışı bir şey görememiş. Çok geçmeden bir çocuk ellerindeki buğdayların tohumlarını çıkarmalarını bağırmış ahaliye. Söyleneni yapanlar gördükleri karşısında dehşete düşmüş- buğdayın tohumları tıpkı şişelerdeki ilaç gibi turkuaz renginde ışıyormuş.
Aradan yıllar geçmiş. Ahali köyün bir bölümünde büyülü buğdaylar yetiştirir olmuş. Bir iki yıl içinde üreyen batıl inançların gereği, bu buğdayların hasadını dolunayda ve yalnızca bakire erkek ve kız çocukları anadan üryan vaziyette yaparmış. Toplanan buğdaylar Yalnız Dağ’ın eteklerine bu iş için kurulan Yel Değirmeni’ne götürülür, yine dolunayda, tüm ahali tarafından işlenir, herkese yedi buçuk çimdik düşecek şekilde üleştirilirmiş. Söylenenlere göre değirmenin dolunayda mavi mavi ışımasının sebebi, inşasında kullanılan çimentonun bu şifalı unla karılmasıymış. Bir başka söylenti de değirmenin inşası devam ederken taşları arasına lapis lazuli taşı tozunun serpiştirilmesiymiş. Yapı tamamlandığında yöreye özgü fıçılar dolusu mavi şarap dağa çıkarılmış, tüm yamaç ve değirmen bu içkiyle yıkanmış.
Turkuaz rengi unun bir çimdiğini, bir bardak taze köy şarabına karıştıracak olursanız, İsa’nın kanının ıstakoz yahut bir karidesin kanına nasıl dönüştüğüne şahit olursunuz. Anlatılanlara göre bu ilacı içen hastalar bir iki gün içinde şifa bulur, onunla beslenen bebeler çocuklukları boyunca hastalık yüzü görmezmiş. Lakin şifalı suyun -köylüler renginden dolayı Istakoz Kanı dermiş- insanoğlunu neye dönüştürdüğü birkaç yıl sonra anlaşılmış. İnsanlar kalplerinde tüten bir büyünün hasediyle git gide yalnızlaşmışlar. Aileler bir bir dağılmış, bebeler ağlamaz, çocuklar gülüşmez olmuş. Güneş kasabadan çevirmiş yüzünü, kara bulutlar kuşatmış dört bir yanı. Tüm insancıkların, en mutlu anlarında dahi, yüreğine çöreklenen kara büyü, ağır ağır insani ruhlarını çürütmüş. İnsanlar kendilerini kaybederek hislerinden, duyarlılıklarından, tutkularının saflığından sıyrılmışlar- bu insanın kendi elinden yok oluşuymuş— bir D E L İ R İ U M.
Bir gece alevlerin ışığı aydınlatmış sahili- gece mavisi bir ateş yutmuş tüm köyü ve yanı başındaki ormanı. Yangın öylesine büyükmüş ki Yalnız Dağ’ın zirvesine kadar tırmanmış. Öfkesi dinip geldiği gediğe çekildiğinde geriye bir tek gece mavisi bir değirmen ve onun hikayesi kalmış.
000
Güneşin yarıdan fazlası bu kıtanın insanlarının görüş alanından çıkmışken esrarengiz bir hava olayı gerçekleşiyor gözlerimin önünde. Yoğun, kara bulutlar saniyeler içerisinde eriyip çekiliveriyor üstümüzden- ultramarin mavisi bir gök, başka evrenlerin güneşleriyle delik deşik. Hemen önümde şakıyor ay, titrek ve pasaklı gövdesini şişirerek. Bir tablo gibi görüşüm, meşhur bir tablo- göğün spotlarıyla uzanıyorum Van Gogh’un yıldızlı gecelerine. Ne güzel şey bu- ah, ne güzel! Ve ansız bastıran bulutlar! Toplaşıp kapatıyorlar yine üstünü göğün, mahrem bir heykelin edep yerini çarçabuk örtercesine.
000
Düşlerimle kendimden geçiyorum, bir ayağım okyanusta, diğeri gümüş kuma batık. Üryanım gecenin soğuğuna rağmen. Ve transparanım düşüncelerim karşısında, bir bir içimden geçiyor, bana ait her parçayı aşındırıyorlar.
Ben insanın bir garip türlüsüyüm- özüm, kokum, derinim yoktur. Cücüksüz soğan, yoluk papatya kafası, marul yapraklarıymışçasına sönük ve büzük- Anlamam, anlaşılmam. Tutarsızım ben- rüzgarla gelişi güzel daireler çizen tiril bir nesneyim. Ne isterim- bilmem, derdim nedir- söyleyemem, canım mı yanar- konuşmam. Uçar bir böceğim ben- biri tepeme bir kenarıyla terliğin yahut buruş bir peçete parçasıyla parmaklarının ucuyla kubbeleştirdiği– dokunuvermiş de kaçmışım. Gözlerinizin önünde tepişiyorum sıska (ve) tüylü eklemlerim, (ve), titrek ve kırık kanatlarımla. Önümdeki camı aşıp havanın tozuna karışamayacağımı bilirim ama gerilip tepinip duruyorum, usanmadan çalıyorum ona yaralı bedenimi- bir daha ve bir daha. Acıyorum kendime, çok- çok acıyor(um).
000
Bugün mutlaka görmek istediğim bir yer var- kentin meşhur sarnıcı. Söylediklerine göre bu kıtadaki en büyük ve tarihi su şebekelerinden biridir bu yapı. Gün doğumuyla yol alıyorum sarnıca- kapıda ne sıra ne de bilet kesen görevliler var- aslında pek kapı da yok ya!- Eğri büğrü basamaklardan inerek rutubetli, karanlık bir tünele giriyorum. Nemden yaşarmış duvarda sürüklediğim elimi o zifirde kendime göz ederek bir müddet ilerliyorum. Neden sonra sarnıca açılıyor koridor. Boyumu katlarca aşan tırtıllı kolonlardan bir ormanın içindeyim- nem yüzümde ve sırtımda yoğuşuyor, toprak zemin yaş, kolonlara ilişik gaz lambalarının alevi yetersiz, loş ışıkla titreşen duvar pürüzlerine ve belli belirsiz noktacıklara takılıyor gözlerim. İlerliyorum. Kokuşmuş bir orman- mermerden ağaç gövdeleri havanın nemiyle yeşermiş, rutubetin karası diplerine çökmüş. Kolonların bazısı çatlak, bazısı tamamen yıkılmış, bazıları yarım, ıssızlıkta tüten çotuklarcasına. Toprak ıslak- terliyim. Aslında bu çürük kokan yer altı boşluğundan çıkmayı hiç istemiyorum. Varsın aksın zaman, doğsun ve batsın defalarca üstümde güneş yüzünü göstermeden, okunsun ezanlar, korolar ilahilerini söylesin, çıksın ay ışığına yarasalar mağaralarından, kanını emmeye kurbanlarının- ben deliğimden çıkmam!
Çöküyorum bir kolonun dibine, içimde bir sıkıntıyla. Düşünceler- bini bir para, birbirinden ölü ve çürükler– düşünceler- irili ufaklı, mat ve parlak, ceset kokuyorlar, ceset!- düşünceler. Ölesiye sıkılıyorum bazen akıp giden zamandan. Ve onu dolduran insancıklardan. Sıkılıyorum renklerden ve neminden bazen havanın. Ve varlıkların yetersizliğinden. Yetmiyor doğa ana, yeşilin bin bir rengi serin çimenler ve durup boşalan sağanaklar içimi serinletmeye. Yetmiyor ne o güzelim dostlar ne de gözlerimden sızan ansız yaşlar gizini çözemediğim bu derdi dimağımdan sıvayıp atmaya. Dindirmiyor acımı saatler dolusu sevişmeler ve teslim edişler ellerimin tenini bir başkasına. Nedir bu eksiklik yerini ‘şeylerin’ dolduramadığı? Mutluluğumda zihnimi gölgelendiren, öpüşürken böğrümü sıkan, boşluğu seyre dalmışken yüreğimi buran bu his nerden gelir? Ne isterim insanlardan ki hep zavallı ve yetersiz gelirler? İnsancıklar- sizler uzaklardaki bir adanın adısınız ki canhıraş yüzmeye çalışır, tepinir, çırpınır yine de ulaşamam yanıcığınıza. İpek kumunuza elimi süremeden kıyınızda boğulup gideceğim bir gün.
Artık düşünmek istemiyorum- çünkü en büyük acı düşünceler.
000
Rahatsız bir otobüs koltuğunda beni kendi şehrime götürecek gemilerin olduğu bir limana yol alıyorum. Camımdan yabanı izliyorum. Kaktüs ağaçları üstünde bir gündüz ayı asılı, çöl uzayıp gidiyor. Okyanusa iki saat uzak bir çöl bu- hayret ediyorum!
000
Bu kıtadan ayrılana kadar tek kelime etmek istemiyorum bir başkasına. İnsanca temaslar kurmaktan alçakça korkarım zaten. Kuracak olursam karşımdaki insanın ruhuna sızar, onun özünü emmeye tutulurum. Zihnimin dokunaçlarıyla kendime bağladığım etli canlı bedeni tıpkı kan emen bir parazit gibi yavaşça tüketirim. Bedenimi yarıp ayırsanız belki akıtırım oracığa içtiğim düşüncelerinizi, hislerinizi ve hayallerinizi. İçip içip söndürmek insancıkları yaşadığım hayat- kül tablasına beceriksizce batırılan yarım izmaritlerce ardı ardına, tanıdığım adem var! İnsan insanla ve insan için yaşıyor. Kaçamasam da bu gerçekten olabildiğince uzağındayım, bilirim. Yorgun, bitik, ölü- ama kulak verin, bu ceset hala nefes alıyor!
Haziran, 2015
Washington, D.C.
Bir cevap yazın