İnsan geçmişin hasretçisi geleceğin özlemcisi ve yaşadığı anın da şikayetçisi olurmuş genelde. Olması gereken geçmişin yadedilmesi, geleceğin planlanması ve yaşanılan anın da kıymetinin bilinmesi aslında.
Her doğan gün kendi hayatımıza değer katmak ve bu değeri birlikte büyütebilmek için bulunmaz fırsat aslında. Kendi hayatımıza değer katmanın biricik yolu ise başkasının yaşayamadıklarını sürekli bilinçte tutmakla ilgili bence. Bundan 100 yıl öncesini bir anlığına düşünelim. Günlük gıda tüketimi temel birkaç besinle sağlanıyor, kıtlık tehlikesi her daim mevcut. Kitlesel aşılama doğma aşamasında. Çoğu hastalık tedavi edilemez durumda. Modern hastaneler henüz kuruluyor. Okullaşma oranları çok düşük. Bebek ölüm oranları yüksek. Bir yerden bir yere gitmek günlerce yolculuk gerektiriyor. Savaşlar yaygın. Çalışma saatleri çok uzun. Emeklilik diye bir şey yok. Eşkıyanın malınızı mülkünüze çökmesi çok kolay…
Bugüne bakarsak, Tnsa verilerine göre 2018’de Türkiye’de beyaz eşya sahipliği oranı yüzde 90’larda. Covid salgınına karşı aşılar ileri teknolojiyle 9 ayda geliştirilebildi. Artık seyahat etmek çok daha kolay. İnsan ömrü uzamış durumda. Her ülkenin bir şekilde emeklilik sistemi var. Her ülkede asgari ücretler belirleniyor, hafta tatilleri söz konusu. Kitlesel eğitim yaygın. Modern tıp çok ileri durumda. Modern konutlar yaygın. Elbette ülkeler arasında ve bir ülke içindeki farklı coğrafyalarda dahi örneğin bebek ölüm oranlarında vb. göstergelerde dengesizlikler var ama en azından bu dengesizliğin boyutunu verilerden anlıyoruz. Yani sorunlardan iyi kötü haberdarız. Bugünden geriye baktığımızda aslında ne kadar modern ve çok daha insan odaklı koşullarda yaşadığımızı daha iyi anlarız. Dolayısıyla geçmişi andıktan sonra, kıyasladıktan sonra bugünün kıymetini daha iyi anlayabiliriz.
Tüm eksiklerine rağmen bugün daha insancıl koşullarda yaşadığımızı teslim etmemiz ve tarihte ilerleme olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Ancak geleceği de planlamak durumundayız. Dünya insan odaklı hale geldikçe diğer türlerin yaşam alanları da daha fazla tehlikeye giriyor. Endüstriyel atıklar çevreyi tehdit ediyor. Dünyanın proleterlerle dolu coğrafyaları mülteci kamplarına çevriliyor, burjuva dolu coğrafyaların bir bakıma artığına dönüştürülüyor. Eğitimli emek gücü burjuva dolu coğrafyalar tarafından emiliyor. Sermaye proleter dolu coğrafyalarda birikse de teknolojiyi elinde tutan burjuva coğrafyalara bu sermaye bir çırpıda geçebiliyor.
Ülkeler arasında olduğu kadar ülke içinde de bir işbölümü söz konusu. Bazı ülkeler tarım ürünü ihracıyla gelir elde ederken, diğerleri teknolojik ürünleri ihraç ederek çok daha fazla kar elde edebiliyor. İkincisinin elde ettiği karın büyüklüğü diğerine kıyasla çok daha fazla. Dolayısıyla teknolojik ürünü geliştirip ihraç eden coğrafyalar çok daha avantajlı konumda. Dünya gitgide birbirinden zenginlik açısından uzaklaşan coğrafyalara bölünüyor.
Savaşlar, suç oranları yoksul coğrafyalarda yoğunlaşıyor. Zengin coğrafyalar tel örgülerle, sınırlarla korunuyor. İnsanların zihinlerini meşgul eden temel soru nerede yaşayacakları ve nasıl geçimlerini sağlayacakları. İnsanlar bir an önce suçun yaygın olduğu, iş olanaklarının kısıtlı, yaşam koşullarının düşük olduğu yerlerden, savaşların yaşandığı coğrafyalardan uzaklaşmak istiyor. Özgürlüğün kısıtlandığı yerlerden kurtulmak istiyorlar. Bu göç baskısı ve arzusu eş zamanlı yaşanıyor. Göç hem bir zorunluluk hem de arzu edilen bir şey. Ancak göçün bireysel doğası nedeniyle geçici ve yine bireysel bir rahatlama sağlaması bizleri yanıltmamalı.
Dünyadaki işbölümü nedeniyle dünya tarihte görülmediği kadar birbirine bağlı. Bir ülkede patlak veren savaş o ülkenin ihraç tedariğinin kesintiye uğraması nedeniyle ve başka sebeplerle diğer ülkelerde de yankılanıyor. Örneğin Ukrayna Rusya savaşı gazdan tahıla bir enerji ve gıda krizine yol açarak diğer ülkeleri de etkiliyor. Savaş savaş olmayan coğrafyalarda enflasyon olarak yansıyor. Savaş bölgesindeki insani acılar, savaş olmayan bölgelerde ekonomik acılara dönüşüyor. Geleceği planlamanın yolu kaderimizin ortak olduğu bilincinden geçiyor. Bu bilinçle hareket etmeli ve sosyal varlığımızı değer katmak üzerine kurmalıyız. Değer katmak ise temelde duyguları örmek, duyguları harekete geçirmekle ilgili bir şey. Savaştan kaçarak başka bir ülkede zor koşullarda mülteci olarak yaşayan insanlarla empati kurmak zorundayız. Afrika’da açlık çeken insanların hayatlarına bir şekilde dokunmak zorundayız. Kültürel insani bağlar kurmakla yükümlüyüz. Çevremizde yaşanan haksızlıkları dillendirmek zorundayız. Yaşam tarzımızı ötekine sorumlulukla üretmeliyiz. Tarihte hiç olmadığı kadar birbirine bağlı bir ekonomik globalde bireysel kurtuluşun zor ve mantıksız olduğunu, bunun yerine toplumsal kalkınmanın daha kolay ve mantıklı olduğunu akıllarda tutmak zorundayız. Geçmişi yad etmesi, şimdinin kıymetini bilerek çoğaltmalı ve geleceği de planlamalıyız.
Bir cevap yazın