Güzel bir bahar gününde güneş daha sıcaklığını ve ışıltısını tam anlamıyla sunamıyordu. Umulmadık bir şekilde bu kadar güzel bir havada sis ortamı kesif bir şekilde göz gözü görmez hale getirmişti. Sanki bulutun birisi başını yere eğip, bir kez daha düşünmeleri için insanların gözlerini bağlamış içlerine dönmelerini sağlamaya çalışmıştı.
Yolculardan sarışın ve orta yaşlı olduğunu yaptırdığı estetiklerin gücüne dayanarak iddia eden ve İstanbul’un eski sakinlerinden olduğu her hal ve tavrından belli, ama kökeni olan Güneydoğu Anadolu’nun karakteristik aksanını halen üzerinden atamayan hanımefendi yanındaki daha genç olan ama kıskançlık ortamı doğmasın diye fazlasıyla sakin ve hoşgörülü duran, hafiften beklemekten yorgun ve bir an önce işlemlerin bitmesini ve oturmayı arzu eden hanımla konuşurken, birbirini çok yakın tanımayan insanların genel tavrı icabınca havanın sisli olmasını nemli, nazlı ve biraz da değişken haliyle meşhur İstanbul’un malum havasına bağlarken, sıranın neredeyse kendine geldiğini görüp heyecanlanan hafif tombul ama gözleri sanki sürme çekilmiş gibi güzel gözüken kirpiklerinden bile oldukça haşmetli ve sıpa gözü denilene cinsten simsiyah gözlere sahip taşralı ama her haliyle evcimen ve anaç yaradılışlı olan ve elindeki erzakların da uçağa alınmasını ümit ederek yer görevlisine yaklaşan kadın gibi bazıları bunu ilerde karşılaşacakları şanssızlıkların işaret fişeği olarak görecek kadar kötümserdi.
Yolcuların arasında iki kişi sanki diğerleri tarafından bir çeşit göz hapsine alınmış gibi, her halleri takip edilir halde idiler. Ama en çok hanım yolcular birbirlerini çekiştirerek sanki başka bir konudan bahsediyorlarmış gibi onlardan konuşuyor, en ufak bir bilgi kırıntısına bir aylık kozmetik masrafını elden çıkarmaya hazır halde dedikodu yapıyorlardı.
Allah için iki yakışıklı delikanlı da birer pırlantanın en parlak ışık altında dahi sönük hale gelmemesi gibi tüm kalabalığın içinde hemen ilk anda göze çarpıyordu. İkisi birbirinden tamamen farklı ama bir o kadar da zıt kutupların çekimi gibi benzer bir olağanüstü çekim gücüne sahiptiler. Sadece genç kızlar değil, evlat sahibi anneler ve babalar da onlara biraz özenerek biraz da kıskanarak ve hayıflanarak bakıyorlardı. Aslında kızların bakışlarını sadece göz atmak olarak nitelemek biraz haksızlık oluyordu. Neredeyse göz hapsine alıp, derin bir boydan süzme işleminden geçirdikten sonra sanki nefes alışlarını bile dikkatle izliyorlar, ama bunu fark ettirmediklerini sanarak kendilerini kandırıyorlardı. Delikanlılar ise, sanki bu tarz tacizlere daha önceden şerbetliymişler gibi genç yaşlarına rağmen gayet sakin ve anlayışla gülücük dağıtmaktan geri durmuyorlardı.
Selim, delikanlıların Avrupa kanadını temsil edendi. Kimilerine göre adını aldığı Osmanlı padişahi “Sarı” lakabının kimilerine göre ise dayısının Rumeli illerinde Askeri Ataşe olarak görev yapan Mustafa Kemal’e Bulgar Generalinin kendisine aşık kızının seslendiği gibi “Sarı Paşa”’dan gelen ışıltısının hakkını verircesine ışıl ışıl saçlarını kendine has özel kesimi ile savura savura yürüyordu. Etraftaki yabancı havayollarının güvenlik kontrol kuyruğunda bekleşen iki güzel buğday tenli, alımlı, cilveli oldukları her hallerinden belli iki kıza sanki misk-i amber kokusunu andıran parfümü narkoz etkisi yapmıştı. Mıknatısla birleşmiş iki kutup gibi baş başa vererek aralarında gülüşüyorlar, daha doğrusu kikirdiyorlar ve utanmasalar neredeyse parmakla gösterecek kadar cüretkar olmamak için kendilerini zor zapt ediyorlardı. Mizaçları gereği Kuzey Avrupa halklarının soğukkanlılığına sahip olmaları duygularına gem vurmalarını bir nebze kolaylaştırıyordu.
Ama, ne olursa olsun Kuzeyden gelen Türk boylarının soy özelliklerini üzerinde taşıyan bu delikanlı geniş omuzlu, sportif ve uzun boylu haliyle haşmet ve azametinin hakkını vermekten geri durmuyordu. Bu halini etrafına o kadar umarsızca sergiliyordu ki, etrafında doğal bir iklim yabancıların tabiriyle “aura” yani bizim halk diliyle çekim merkezi oluşturuyordu. Bu çekim alanına giren genç hanımlar, kelebeklerin çok beğendikleri bir çiçekte bir süre duraklamak için kısa olan ömürlerini feda etmeye hazır hali gibi adeta uçuşuyorlardı.
Bu güzelliğin farkında olan sadece yabancılar değildi. Ayrı bir kulvarda uçuş ile ilgili evraklarını tamamlayan milli havayolunun, delikanlının da ülkesinin havayolu olan, Türk Hava Yolları’nın hostesleri, ki havayolu şirketinin uzun yıllar içerisinde oturttuğu kriterler yüzünden hem fiziksel hem de mesleki olarak zor testlerden geçmiş, kendine güvenli ve alımlı halleri ile biraz kıskançlıkla hafif burun bükerek abartılı bu ilgiyi küçümsemeye çalışsalar da, kalplerindeki istek ve sıkıntıyı birbirlerine belli etmemeye çalışıyor, kendi alanlarındaki koltuklarda oturması için içlerinden dilekte bulunmayı ihmal etmiyorlardı.
Birden yerde valizindeki uçuş kartını bulabilen diğer delikanlı da kuzeni olduğu en sonunda aralarındaki konuşmalardan anlaşılan ve meraklıların meraklarını bir kat daha arttırarak, kuzeniyle sohbete dalmıştı bile. Kahverengi saçları hafif kısa kesilmiş, yuvarlak yüz hatlarını daha keskin hale getirmişti. Kolundaki sade ama nispeten pahalı saati dışında aksesuar taşımaması onun nispeten daha ciddi bir yapısı olduğuna işaret ediyordu. Ama konuşmaya başladığı andan itibaren, havada uçuşan espriler ve müthiş gülüşü bu ciddi havayı bir anda dağıtıp, etrafa sıcak bir rüzgar gibi dalga dalga yayılmaya başlamıştı bile. Gözleri sanki anlamlı bakmak için yaratılmıştı.
Bu esnada, hemen arkalarındaki Amerikan vatandaşı olan veya İngilizceleri sebebiyle delikanlıların öyle farz ettikleri iki güzel fakat Amerikalılara özgü biraz yapılı genç kız da ortamdaki elektrikten etkilenmiş gibi kıpırdanmaya başlamışlardı. Bir an önce şu iki yakışıklı biniş kartını alsalar da uçaktaki yerlerini öğrensek diye içlerinden geçiriyor, belki yakın bir koltukta otururlar diye içlerinden dilek tutmaya ve parmaklarını çapraz hale getirerek kendi adetleri uyarınca totem yapmaya bile başlamışlardı.
Selim’in yanında duran kumral delikanlı sarışın ve mavi gözlü Amerikalının göz hapsine girmişti bile. Amerikalı kız aslında çekinden de sayılmazdı. Ama adını bile bir türlü duyamamıştı. Selim hep kuzen deyip duruyordu. Neyse ki, bu heyecanlı bekleyiş yer görevlisinin “Selim ve Volga Bey lütfen” sözleri ile ortamda sanki bulut ve kasvetli hava sonrası yağmurun yaydığı toprak kokusu gibi güzel ve nemli bir parfüm kokusu gibi ortamı birden sakinleştirdi.
Böylesi yağız, uzun boylu ve ihtişamlı delikanlıya nedense Volga ismini uygun görmüştü ailesi sanki isim vermek baştan savma bir görevmiş gibi. Ama işin aslını bilmelerine imkan yoktu tabii ki. Aslında bu isim, Volga nehri etrafına faydalı olsun, gücünü ve kudretini insanların yararına sunsun ve her türlü iklim şartına rağmen her zaman suyunun hızı ve gücü azalmayan Volga gibi mücadele azmi hiç eksilmesin diye annesi tarafından ısrarla istenmiş, babası da o zamanlar sevgi ile bağlı olduğu eşini kırmak istememiş ve olumlu yaklaşmıştı. Önemli olanın hayırlı evlat olması olduğunu, ismin son tahlilde bir detay olduğunu da eklemeyi ihmal etmemişti. Ataların her sözünde olduğu gibi çocuğa verilen ismin az ya da çok mutlaka çocuğun kader ve karakterini etkileyeceği öngörüsü Volga için de gerçeğe dönüşmüştü.
Hemen yanlarındaki orta yaşlı kadın da bir anne olarak ilgisini bu iki delikanlının üstünde toplamış, bu ikilinin niye Amerika’ya gittiklerini öğrenmek için konuşmalara kulak kabartmıştı. Yeni neslin okullarındaki branşlar da artık oldukça değişik isimler aldığından delikanlıların birisinin Uçak ve Uzay Mühendisliği için MİT diye çok iyi bir Üniversite olduğunu söylerken, diğerinin Boston eyaletine Robotik ve Mekatronik Mühendisliği diye bir dal için gittiğini öğrenebilmişti. Oğlu da seneye belki bu tarz bir okula gider diye detay soracaktı ki, gençler uçuş kartlarını alarak, aileleri ile vedalaşmak için kontuardan hızla uzaklaştılar. İçinden bildiği birkaç duayı hızla okuyuvermişti farkında olmadan. Sonra elini tuttuğu küçük oğlu Alperen anne ne konuşuyorsun kendinle deyince hemen kendine gelmiş ve yok bir şey aklıma bir şey geldi deyip konuyu geçiştirivermişti. O anda şöyle düşündü: İnsanoğlunun genel mizacı gereği güzel ve huzurlu anlarda akla gelmeyen yüce yaratıcı, nedense çok zor veya sıkıntılı anlarda nedense hızla aklına gelen ilk adres oluyordu. Sanki zihnin şeytanla temasında ufak bir kopukluk olunca, hemen aradan iyi sözler ve huylar kaçamak yapıp, dile ve söze gelecek kadar olan uzun yolu kısaca ve hızla bulabiliyordu.
Yolcu salonunda gözü yaşlı iki anne iki ayrı köşede evlatlarının uzun süreli ve uzak mesafeli ilk ayrılışları nedeniyle, epey hüzünlüydüler. Ama güzel ortamı bozmamak için büyük camlı güneş gözlüklerinin arkasına sığınarak etrafa gülücük dağıtıp, gözyaşlarını için için kalplerine akıtıyorlardı.
Volga’nın babası ise birden çok eskilere gidivermiş, saçlarında akların olmadığı neredeyse saçlarının alnını kapattığı ve bu yüzden çok sevdiği babaannesinin öğüdüne uyup hep arkaya tarayarak biraz olsun açabildiği alnının olduğu günlere, gençliğine dönüvermişti. Sanki bedeni oradaydı ama ruhu çoktan dünyanın başka bir ucuna ışık hızıyla gidivermişti bile.
Uzun yıllar emek verdiği devlet memuriyeti yıllarının yedinci senesinde en sonunda Hükümet kurulabilmiş ve yurtdışı görevlendirmelere sıra gelmiş, Kararname de en sonunda Cumhurbaşkanı tarafından onaylanarak resmiyet kazanmıştı. Neredeyse son üç yıldır bu günü bekliyordu. Bir önceki Hükümet erken seçim kararı almasa çoktan konu hallolacaktı ama sabır göstermek onun hayatının vazgeçilmez katalizörüydü maalesef.
Kararname akabindeki bir ay neredeyse jet hızıyla geçmiş, bütün idari prosedüreler, kıyafet alımları, yanında götürülecek eşyaların nakliyesi gibi pek çok konu neyse ki sıkıntı çıkmadan hallolmuştu. En son olarak da Merkez Bankası’ndan biraz zorlanarak ve birkaç kez yalvararak en sonunda üç aylık gelecek maaşının yarısı kadar olan epey yüklü harcırahını çek olarak almayı başarmış ve bütün uçak yolculuğu boyunca bir çanta dolusu para ile seyahat etmek gibi bir zahmetten kurtulmuştu.
Aslında tamamen farklı bir niyetle daha önce Daire Başkanı olarak çok güzel günler yaşadığı ve memuriyetinin en çok şey öğrendiği yıllarını geçirdiği Baha Beye görev yapmakta olduğu ülkede Baş Müşavir olarak işine yarar diye Türkiye’ye geldiğinde sekreteri aracılığı ile Uzmanlık Tezini ulaştırmıştı. Daha önce postaneden göndermeye çalışmış ama gücünü aşacak düzeyde bir bedelle karşılaşınca bu yolu tercih etmek zorunda kalmıştı. O gün bilmiyordu ki, yaptığı bu hareket onun yurtdışı görev kariyerini kökten değiştirecekti. Ama ok yaydan çıkmıştı bir kere. Baha Bey dökümanı okumuş ve beğenmişti. Zaten dürüst ve çalışkan bir genç olduğunu biliyordu. O da beraber çalışacak ekip arkadaşı arayışında olduğundan sanki ilacını bulmuş hasta gibi çok sevinmiş ve çoktan bürokrasının çarklarında konuyu takibe başlamıştı bile.
Ama Volga’nın babası Yiğit’in bunlardan haberi olamazdı. Kader kendi hükmünü işletiyordu. Zaten planları da hiç tutmamıştı bugüne kadar. O yüzden de plan yapmayı çok önceden bırakmıştı Yiğit.
Görev yapacağı ülkeye gelince, teorik olarak epey bilgi sahibi olduğu, kültürü, dili, dini ve yemekleri ise tamamen farklı olan ve bu iki delikanlının gittikleri Amerika’nın tam tersi istikametinde yer alan Çin’di. Tabii, Çin o zamanlar şimdiki gibi yükselen güç falan değildi. Yeni yeni liberalleşen ve kabuğunu kıran bir ülke idi. Aslında aradaki okyanusu dikkate almayınca bir başka taraftan Amerika ile el sıkışabilecek bir geniş ve büyük ülkeydi.
Delikanlılar ile Yiğit Beyin seyahatindeki temel fark ise, delikanlıların ailelerinin parasıyla ekonomi sınıfında uçacak olmalarına karşın, o uçağa binerken Müsteşar Beyin özel talimatıyla sağlanan bir ayrıcalık yüzünden o genç yaşında “Business Class”’ta uçmuş olmasıydı. Müsteşar kendi mütevazi yapısını kuruma da yansıtmış ve “Bu genç arkadaşlar madem ülkemizi temsil edecekler, onlar da amirleri gibi bu ayrıcalıktan yararlanmalıdır. Bu onlara değil, bu ülkenin temsilcilerine sağlanan bir imtiyaz olmalıdır. Temsil de masraf ikinci plandadır” diye kestirip atmıştı bazı itirazları.
Dışardan çok güzel gözüken bu yolculuk aslında uçağın kapısı kapanıp, business class’taki koltuğa oturunca yerine aniden hüzün ve hasrete bırakıvermişti. Ne de olsa pek çok arkadaşı gibi komşu kapısı iki veya üç saatlik uçak yolculuğu sık sık ülkeye dönülebilecek bir ülkeye gitmiyordu.
Hostes ilk içecekleri ikram ettiğinde gözleri yaşlanmaya başlamıştı bile. Gizlemeye çalışmasına fazla gerek kalmadan, yılların tecrübesiyle hostes hemen diğer yolculara servis vermeye yöneldi ve dikkati üzerinden çekti. Yemek servisi için de onun belki bilinmeyen pek çok şeyden kaynaklanan yeni bir hayatın kaygısı, belki aile hasretinden kaynaklanan sıkıntısının yüreğinde biraz soğumasına şans tanıyarak, gözyaşları artık azalınca yapmayı tercih etmişti.
Sanki kalpten kalbe giden bir anlayış ve hoşgörü köprüsü kendiliğinden doğuvermişti. Yan camın kapağını zarifçe kaparken kulağına eğilerek “Lütfen rahat olun, ben sadece siz istediğinizde yanınıza geleceğim. Sevmediğiniz yemekleri de yemek zorunda değilsiniz, istediğiniz aperatifi de hazırlarım. Yeter ki siz mutlu olarak uçaktan ayrılın” deyivermişti içten bir şekilde.
Uçak, güzel bir öğle vakti, Şangay Pudong Havalimanına teker koyup, kısa süre sonra da körükte yerini alınca, yolcularla beraber uçaktan inerken Mülkiye’nin Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde okurken hep hayalini kurduğu kırmızı renkli diplomatik pasaportunu Büyük İskender’in Kılıcını kuşanması gibi büyük bir heves ve azametle eline alarak inmişti. Kendini hızla toparlamış, uçaktaki halinden eser kalmamış, sanki o ülkeyi fethe gelmiş orduların başkomutanı gibi kendisini güçlü ve muktedir görerek omuzları dimdik ilerlemeye başlamıştı bile. Belki de ruhundaki ciddiyet ve vakar su yüzüne çıkmanın zamanı geldiğine karar vermişlerdi.
Bir anda yapılan anons Yiğit Bey’i daldığı eski anılardan yine ışık hızıyla günümüze döndürüvermişti. Oğlu ve yeğeni artık pasaport kontrolünden geçip, uçaktaki yerlerini almaları için çağrılıyorlardı. Sanki filmin sonunu bilen tek kişi olan yönetmenin senaryoyu gözden geçirmesi gibi içi rahatlamış ve gülen gözlerle onlara sıkıca sarılıp, iyi şanslar dileyerek yolcu etmişti.
Oğlunun annesi pek duygusal birisi sayılmazdı. O bile hafiften etkilenmiş ve oğluna sarılırken hüznü ile oğlunun başarısından duyduğu gurur ile taçlanmış duygu selini bir arada yaşamıştı.
Yeğeninin annesi, kendisinin küçük kardeşi ve dünya tatlısı, mütevazi ve annesi kadar titiz Selin ise, Selim’in sarı saçlarından sorumlu olduğu her halinden belli olan ve genç kızlığında Yiğit’in onun ağabeyi olduğunu bilmeyen sitenin gençlerinin “sarışın bomba” dediği tatlı ve güler yüzlü kadın da, çocukların gözden kaybolmasını fırsat bilerek artık göz yaşlarını tutamaz olmuş, hatta sel gibi yanaklarından akmalarına mani olamamıştı. Selim’in babası Ziya ise, oğlunun cesur, girişken ve atak yapısının genetik mimarı olarak hep kendisini görmüştü. Çok da haksız sayılmazdı. Olaylara daha pragmatik yaklaştığı için esprilerle havayı dağıtmayı başarmış ama çok belli etmese de biraz da olsa endişelendiğini belli etmemeyi başarmıştı.
Mutluluk aslında içinde mutlaka biraz da hüzün barındırıyordu her nedense. En mutlu olayda bile insanın içini sızlatan bir nokta mutlaka oluyordu. İnsan illa bir şey buluyordu. Çünkü, geleceğini bilememek endişesi hiçbir mutluluğun tam anlamıyla yaşanmasına izin vermiyordu.
Aile bağlarının sıkı olması işte bu anda devreye giriyordu. Birbirlerine sarılarak hem mutluluğu hem de endişeyi gözyaşları içinde paylaşmayı hep bilmişlerdi. Aradan geçen bir ay zarfında çocuklar yurtlarına yerleşmiş, okullarına başlamış ve sosyal yaşamlarına dair resim yollayacak düzeye bile gelmişlerdi.
En sonunda zar zor da olsa elleri vararak kısa da olsa bir mail yollamış ve yüreklere su serpmişlerdi. Oysa, baba yüreğiyle ve geçmişten gelen benzer bir tecrübeyle kendi yolladığı mektubu hatırlayıp içinden gülümsemişti Yiğit. O mektubu yolladığı gençlik yıllarına gitmişti yeniden.
O zaman mailler daha yeni moda oluyordu. Faksla iletişim yoğundu. Üniversite yıllarında alıştığı ve duygularına daha iyi tercüman olduğunu düşündüğü için mektuplar yazmış ve yollamıştı. Şimdi yine hasretin etkisi ile iki hafta ailesiyle telefonda görüştüğü zaman ancak ellerine ulaşmış olan ilk mektubunu hatırlamıştı.
Ailesi hem telefon hem de mektupla bir nebze olsun rahata ermişti. Oysa, kendisinin içindeki yalnızlık, sıkıntı ve yeni bir hayata alışamama duygusu, henüz ilacını bulamamış, sadece teşhisi konulmuş bir hastalık vaziyetindeydi.
Ama, birden iki gencin kendisine göre çok daha güzel koşullarda ve birbirlerine güç ve destek olabilecek olmaları, daha sosyal ve girişken olmaları sebebiyle, yazdıklarına inanmayı tercih etmişti.
Geçmişin bugünü veya yarını karartmasına ve karamsarlık yaratmasına izin vermeyecekti. Maili bir kez daha ekranında açtı ve mektup keyfi versin diye kağıda bastırdı.
“Merhabalar, ev halkı,
Bizi merak etmeyin. Keyfimiz yerinde.
Okula da alıştık. Dersler biraz yoğun ama baş edebiliriz.
Bu hafta sonu ilk okul partisine de katılacağız. Biz katılmazsak yavan kalır diye düşündük.” Yazıyordu mailde.
Yine o sisli güne geri dönecekti ki, göz kapaklarının ağırlaştığını fark etti. Artık, her şeyi oluruna bırakmaya karar verdi. Sanki hayatında kontrol altına alabildiği bir şey varmış gibi hayıflanmaya başlayacaktı ki bunun da gerçek olmadığına kendini ve ruhunu ikna edip, derin ve huzurlu bir uykuya daldı. Rüyasında artık o uzak diyarlarda dolaşmaya başladığına, dudaklarında hafif gülümsemeyi andıran hareketler yüzünden hiçbir şüphe yoktu.
Bir cevap yazın