Çocukken her yaz memlekete (Bingöl) giderdik. Gider gitmez de hemen uyum sağlardık çünkü
yaşıtlarımız fazlaydı ve neredeyse her gün bir plan yapar, günün çoğunu dışarda geçirirdik. Sabahları
mesela, hava aydınlanmadan kadın ve erkeklerin uyanıp yola çıkması ve dik yokuşlardan belini
tutarak, sohbet ede ede, bazen yörenin şarkılarını söyleyerek; kömeye yani ahıra, gitmek için koca
dağlara çıktıklarını dedemlerin taş evi olan mavi küçük pencereden izlerdim. Mavi pencereye vuran
günün ilk ışıkları gecenin ayazından sertleşmiş soğuk zemini ısıtır ben, pencereye yasladığım
dirseklerimle, şarkısını uzaklaşarak söyleyen teyzeleri dinlerdim. Ve o esnada bir horoz öter, köy de
hareketlenirdi. Sobanın üstünde, fokurdayan kova kova sular, çamaşır dolu leğene konur bir güzel
köpüklü suyla yıkanırdı. Kadınlar tandıra gider ekmek yaparlardı. Çocuklar da çeşmeye gider su alır,
çay kaynatılır ve sıcak ekmek, domates ve taze biberle bir güzel yenilirdi. Erkekler de tarlaya gider,
patos biçerlerdi. Biz çocuklar da bu koşuşturmalara kayıtsız kalamaz, büyüklerle birlikte kalkar, köy
kahvaltısı yapar, kendimize bu günlük koşuşturmacalardan eğlenceler çıkarırdık. Mesela ata biner,
köy ağası edasıyla dolaşırdık. Büyüklere yalvarır bizi traktörle bahçede dolaştırmalarını isterdik.
Sanırım benim en sevdiğim buydu. Gün batımını, güneşin kızıla boyandığı gökyüzünü, sarı samanların
arasından kırmızı traktörle geçerken kuşların terennümüyle yol alırdık. Bazen de pikniğe gider,
çantalarımıza, tomak denilen yörenin meşhur peynirini alır, tandır ekmeğiyle yer, dere yılanlarını
izlerdik. Dizlerimiz ve avuç içlerimizin derisi soyulup kanasa da yüksek tepelere tırmanır, taşlara
basarak, köyün manzarasını ayaklarımızın altına almışçasına izlerdik. “Gökyüzü benim” derdik. Bir de
bu tepelerin yıllardır bilinen mezarlıkları olurdu, ben buradan geçerken biraz ürkerdim, buraya
eskiden kadınlar adak adamaya gelirmiş. Kimisi çocuğu olması, kimisi uzaklardan gelmeyen evladı,
kimisi kocasının dönmesi, kimisi de şifa bulmak için dua edermiş. Her köyde olduğu gibi bizim de
köyün düğünleri meşhurdu. Köyümüzün kendi diliyle şarkıları söylenir, halaylar çekilir ve yöresel
yemekleri hazırlanırdı. İçli köfte, Pelina Ser, Mastıva, Serin, Hevik, Şilki ve daha birçoğu. Bunlar
hazırlanır ve gelen misafirlere ikram edilirdi bu ikram günlerce sürerdi. Evlere bohçayla çeyizler
gönderilirdi. Ben her gün bir etkinliğin, bir işin için de olurdum tüm bu güzel şeylerin yanın da köyün
masalları ve ürkütücü efsaneleri eksik olmazdı. Mesela, en ilginç olanıysa benim için; köyün kendi
diliyle telaffuz edilen Gelaavi gölüydü.(Göl avi) Burayı ilk gördüğüm zamanı, dün gibi hatırlarım. Hava
yağmurluydu, bardaktan boşanırcasına yağmur yağmış, üstüm sırılsıklam olmuş ve yaz mevsimi
olmasına rağmen soğuktan tir tir titriyordum. Yağmur damlaları hızlıca önümdeki göle düşüyor, göl
çarşaf gibi hareketleniyordu. Çok da berrak olmayan bu suyun etrafı da çamurluydu, etrafında irili
ufaklı taşlar, birkaç metre ötedeyse dalları kopmuş çürük ağaçlar ve arkasındaysa iç karartıcı dumanlı
dağlar yer alıyordu. Yanımda, akrabamız Esra abla vardı. “Dikkat et, sakın buraya bir adım daha atma!
Yoksa seni yutar!” dedi. Soğuktan dişlerim birbirine çarpıp, zangır zangır titriyorken, yüzümü yıkayan
yağmurla birlikte iyice afallamıştım. “Efendim!” Diyebilmiştim sadece. O yağmurdan sonra hastalanıp
birkaç gün yatakta yattım. Ama Esra ablanın, göle yaklaşmamamla ilgili ikazı beni merakta bırakmıştı.
Sonra en yakın arkadaşıma burayla ilgili bir fikri olup olmadığını söyledim. Ve bana, kuzeninin ve
köyden bazılarının bu gölde boğulup öldüğünü ve en son köyden yaşlı bir adamın, soğuk bir kış
gününün gecesinde uyurgezerken bu göle kadar geldiğini, daha doğrusu, gölün onu çağırdığını ve
burada boğulup öldüğünü, anlattı. Sonra bana bu gölün başlangıç hikayesini hülasa etti. Bu gölü;
küçük bir kızın eline aldığı çubukla toprağı eşelediğini ve zamanla o eşiğin büyüyüp, etrafında iki
buzağının birbirlerine girmesiyle eşiğin iyice yarılması ve içine, eşiği oyan hem kızın, hem annesinin,
hem de evinin, hatta köyünün bile bu gölün yuttuğunu söyledi. Hikaye o kadar sarsmıştı ki beni her
defasında bu gölü gördüğümde irkilirdim. Hatta kızlar pikniğe bile çağırdığında sırf bu korkumdan hiç
gitmedim. Gördüğüm bir şey var ki, sanırım köydekiler de bununla yaşamayı öğrenmiş, hatta buna
karşı duyarsızlaşmışlar ve bununla ilgili de efsaneleri ve masalları anlatmaktan da geri çekilmiyorlardı.
Yıllar sonra ilk kez buraya gittim hava yine yağmurluydu, bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu.
Üstüm sırılsıklam olmuştu ve yaz mevsimi olmasına rağmen soğuktan tir tir titriyordum. Yağmur
damlaları hızlıca önümdeki göle düşüyor, göl, çarşaf gibi hareketleniyordu. Yanımda, akrabamız Esra
abla vardı. Dikkat et, sakın buraya bir adım daha atma! Yoksa seni yutar!” dedi. Soğuktan dişlerim
birbirine çarpıp, zangır zangır titriyorken, yüzümü yıkayan yağmurla afallamıştım.
Bir cevap yazın