Fuarın giriş kapısında sıralanan duyarlı kapılardan geçmek için ekmek almaya gidercesine mücadele eden insanların arasına karıştı. Çantasını ve telefonunu tezgâhın üstüne bırakıp geçtikten sonra, kitap ekinde verilen davetiyenin bulunduğu yırtılmış sayfayı çıkarmak için elini çantasına attı. Geçiş turnikelerinin başında bekleyen görevli, uzattığı gazete kâğıdına bakmaksızın konuştu;
– Girişler ücretsiz hanımefendi.
Madem öyle, ne diye ücretsiz olan giriş için davetiye basarlardı ki. Unuttuğu için eve dönmek zorunda kalmıştı üstelik. Bulunduğu ortamın pek de yerlisi olmadığını belli eden durumdan utandı. Söylenerek ilerledi.
Kalabalık içeride de devam ediyordu. Girişin az ilerisine yerleştirilmiş ayaklı büyük panoda yayınevinin adını arayıp, ardından parmağıyla çizdiği hayali çizgiyi takip ederek, salon ve stant numarasını buldu. Krokiye bakıp gideceği yönü kestirmeye çalışırken çantasındaki kitabı bir kez daha kontrol etti.
En son iki yıl önce görmüştü onu. Gitme, demişti defalarca elindeki eşyalara sarılıp. Kolundan tutup çevirsin, bırakmıyorum, gidemezsin desin istemişti. Gidemezsin! Şaka değildi. Laf değildi. Gerçekten gidiyordu bu sefer. Öfkelensin, bağırıp çağırsın, hatta kırıp döksün. Bir kez olsun, izin vermiyorum desin. Yapamazsın!
Gitme, demişti ısrarla. Sadece gitme. Kalması için yetmemişti bir kelime.
Hipnotize edilmiş ve hedefi kulağına fısıldanmış gibi gözü hiçbir şey görmeden yayınevinin standının olduğu koridora geldiğinde, nerede başladığı seçilemeyen uzun kuyruğu gördü. Tam vaktinde gelmişti oysaki. Kuyruğun ortalarına doğru ilerledi. Mavi gömleğinin üzerine giydiği koyu lacivert ceketiyle düşecekmiş hissi veren üst üste dizili kitapların yanında oturuyordu. Belli ki kendi kitaplarıydı. Bunca ilgiyi beklemiyordu açıkçası. Az daha ilerledi. Her zamanki kirli sakalı ve siyah kalın çerçeveli gözlüğüyle hayranlarının tebessümle uzattığı kitaplarını imzalıyordu. Ceketi tanıdık, gömleğiyse yeniydi. Kesin altına kot giymiştir, diye düşündü. Bazı şeylerin değişmemiş olması, buraya gelme sebebi için aradığı cesareti sağlıyordu.
Sıranın azalmasını, hatta bitmesini beklemeliydi. Aradığı, almayı düşündüğü kitap olmamasına rağmen bir tur atıp gelmek daha iyi olacaktı. Çoğunluğu kadın olan sıranın yanından geçerken kendisini günlerdir defalarca tekrarladığı cümleleri bir kez daha, bu sefer zihninde tazelediği görüntünün eşliğinde dile dökerken canlandırıyordu.
Kapalı alanda ışıklı panolar, imza kuyrukları, öğretmenleri önde sıra olmuş çocuklar, ne dediği bir türlü anlaşılamayan etkinlik anonsları. Başı dönmüştü. Yanından geçtiği stantlara bakmaksızın ilerlerken, biri yolunu kesti.
– Hanımefendi! Kitabım yeni çıktı. Almak ister misiniz?
Kibarca teşekkür edip yürümeye devam etti. Salonları birbirine bağlayan koridordan geçerken tuvalet sırası bekleyenlerin baş üstü hizasında yukarıyı işaret eden kırmızı oklu kafe tabelasını görünce, hızla merdivenlere yöneldi. Çölde susuz kalmışçasına çayını yudumlarken çantasından çıkardığı kitabı seyretti bir süre. Kapağında canlanan anıları dinledi, hatırlamaya çalıştı mavi gömlekli adamın kokusunu. Garsonun ısrarına dayanamayarak içtiği ikinci çaydan sonra kalktı. Aynı yolu itiş kakış izleyip standa dönmek fikri gözünde büyüdükçe büyüdü. Çaresiz ilerledi.
– İzin verin size yayınevimizin yeni yazarından bir şiir okuyayım. Beğenmezseniz hiç durmayın! Yıllardır şiir okurum, böyle kadın ruhundan anlayan adam görmedim.
Kalabalık her geçen dakika artıyordu. İçeride mevsim yazdı sanki. Sıcaklık boğucuydu.
– Yayınevimizin bir kitabını alana, şiir kitabı hediye.
Hızlandı adımları. Zor da olsa hedefine ulaştığında, sadece dört kişi kalmıştı. İlan edilen bitiş saatine daha vardı. Acemi yazarların imzası çabuk biter demişti arkadaşı, dün ayaküstü konuşurlarken. Önündeki sıra da hemen bitti.
– Adınız.
– Mukadder. Mukadder Olgun.
Başını kaldırıp, unutmaya yüz tuttuğu sesin sahibine baktı. Önünde duran yüze dair zihninin derinlerine itilmiş fotoğraf kareleri aktı gözlerinden.
– Merhaba.
– Merhaba.
Zamanda bir kırılma anı olabilirdi. Neyse ki rahat bir sohbet için düşündüğü gibi, arkasında bekleyen yoktu. Öyleyse acele etmesine gerek de yoktu. Sessizlik çoğaldı. Belki de şu andan sonra farklı bir seyir izleyecekti her şey. İkisi de konuşmuyordu. Aralarında telefondayken bile dakikalarca süren sessizliği hatırladılar.
– Keşke yaşadıklarımızı yazmasaydın.
Derin nefes aldı yazar, gözlerini kırpmadan bakarken. Unuttuğunu sandığı yılların yorgunluğunu içinden söküp atmak isteyen bir edayla öne doğru eğilip gözlerini kapatarak uzun verdi nefesini. Bazı şeylerin değişmemiş olması, elinde kalemiyle neden burada oturduğunun ispatıydı sanki. Başını kaldırdı yeniden. O ayakta dimdik durmaktaydı yine. Kendisi tanıştıkları ilk günden, ayrıldıkları o son güne kadar olduğu gibi, daima ondan daha aşağıda.
– Yanılıyorsun. Ben yaşamadıklarımızı yazdım. Birlikte planladığımız, hayalini kurduğumuz ve gidişinle birlikte yok olan geleceğimizi. Kendimi yok etmek pahasına yazdım. İkimizi öldürmenin başka yolunu bulamadığım için.
Pişmanlık ifadeleri kullanacak, gerekirse gözyaşı dökecek, olmadı suçlayacaktı olan bitenler için. Böylesi bir cevap beklemeyen kadının zihninde cümleler karıştı, dağıldı kelimeler.
Senden sonra dikiş tutmadı hiçbir şey. Hayat beni affetmedi. Bildiği halde her şeyi, ikinizi birlikte sevmem, sonunda yanında nefes alıyor olsam da ağır geldi ona. Kısa sürede kayboldu tutkusu.Onun oluşum yetmedi. Belki de mücadeleydi heyecanını ayakta tutan. Duygularının varlığını, elde etme çabasına borçluydum. Çaba son bulunca, hissedilmez oldular. Ne yaptımsa ikna edemedim. Engel olamadım gidişine. Yalnızım o günden bu yana. Keşkelerim gözlerime perde oldu. Kim açmaya kalktıysa kapılarımı, bir kez daha kilitledim üstüme. Alışıyor insan belli belirsiz. Alıştım sanmıştım. Gazete sayfasında adını görene dek. Bilindik bir sıcaklığın tenime yayılışını hatırladım yeniden. Nefes aldıkça, yüreğim yerinden çıktı çıkacak. Bir yazara kitabını imzalatmadım bugüne kadar. Sen yazmazdın zaten o zamanlar. Okurdun. Mum ışığıyla aydınlattığımız yağmur kokulu gecelerimizi kaplardı sesin. Hiç gitmedim kitap fuarlarına. Okumayı da pek sevmem, bilirsin. Senin için geldim anlayacağın. Yeniden değil, kaldığımız yerden. Bir şans belki, bir tebessüm.
– Hanımefendi, müsaade eder misiniz?
Arkasında bekleyen sabırsız okurun uyarısıyla, imzaladığı kitabı uzattığı elinin havada kaldığını fark etti. Teşekkür ettikten sonra arkasını dönüp uzaklaştı. Bir ses bekledi, bir kelime. Razıydı.
Yürürken elinde tutmaya devam ettiği kitabı ve sayfaları arasına sıkıştırdığı davetiyeyi, güvenlik görevlilerinin mola verdiklerinde dinlenmek için kullandıkları köşede duran boş masanın üstüne bırakıp ilerledi. Girdiği kapıdan çıkarken, bir daha okumamaya yeminler ediyordu.
Özgün Ergin
Bir cevap yazın