Bir milletin büyüklüğü o milletin şairlerinin rengine bağlıdır. Bu renk yelpazesinin büyüsü ile nesiller hayat bulmuştur. Büyük medeniyetler övünçlerini her daim sanatkârlarına dayandırmışlardır. Bugün İngiliz edebiyatı denilince akla şüphesiz William Shakespeare (1564 – 1616) gelmektedir. Amerikan edebiyatı denilince akla Edgar Allan Poe (19 Ocak 1809 – 7 Ekim 1849) gelmektedir. Fransız edebiyatı denilince akla Charles Baudelaire (1821 – 1867) ve Victor Hugo (1802-1885) gelmektedir. Alman edebiyatı denilince akla Johann Wolfgang von Goethe (1749 – 1832) gelmektedir. Rus edebiyatı denilince akla Aleksander Sergeyeviç Puşkin (1799 – 1837) ve Vladimir Mayakovski (1893 – 1930) gelmektedir. Bu sanatkârlar yaşadıkları dönemlerle sınırlı kalmayıp gelecek kuşaklara da seslerini duyurmuşlardır.
Türk edebiyatı denince akla onlarca önemli edip gelmektedir.
Türk edebiyatı bu renklerin arasında hak ettiği yeri bulamasa da her döneminde, sanatın tüm şubelerinde, müstesna numuneler vermeyi başarmış bir edebiyattır. Sanatın ve edebiyatın en önemli alanı şüphesiz şiirdir. Şiir duyguların tercümanı, düşüncelerin savunucusu olmuştur. Türk şiiri dünden bugüne çok önemli şairler yetiştirmiştir. İslam öncesi dönemden başlayan şiir serüvenimizin ilk örneklerini şifahi ürünler oluşturmaktadır. Türk kültürünün duygu dünyası iki kaynaktan beslenmiştir. İlki duyguların duygusu aşktır. İkincisi ise aşkın bir başka tezahürü olan kahramanlıktır. Yar sevgisi ile hürriyet sevgisi sanatın en asli temleri olmuştur.
Öpkem kelip ogradım
Arslanlayu kökredim
Alplar başın togradım
Emdi meni kim tutar
İslami etkilerin başlaması ile şiir dilimizde şekilsel değişiklikler olsa da ruhiyat ve fikriyat açısında pek büyük değişiklikler olmamıştır. Bir dönem adı halk şiiri, bir dönem adı divan şiiri, başka bir dönem adı çağdaş Türk şiiri olmuştur. Bu yazımızda bu geçiş sürecini örnekler üzerinden seyredeceğiz.
Dadaloğlu’m bir gün kavga kurulur,
Öter tüfek davlumbazlar vurulur.
Nice koç yiğitler yere serilir,
Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir.
Milli duygularımızın en önde gelen seslerini hatırlamak istesek herhalde en başta Arif Nihat Asya gelir. Arif Nihat denilince bayrak, bayrak denilince Arif Nihat… Bu şekilde ile tanırız onu. Arif Nihat gerçek bir bayrak aşığıdır.
Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü
Kız kardeşimin gelinliği,
Şehidimin son örtüsü,
IŞIK ışık dalga dalga bayrağım,
Senin destanını okudum
Senin destanını yazacağım,
Sana benim gözümle bakmayanın
Mezarını kazacağım,
Seni selamlamadan uçan kuşun
Yuvasını bozacağım….
Şüphesiz bu dizeler onun şairlik kudretini tam manasıyla yansıtmaktadır. Bir annenin yavrusuna olan düşkünlüğünü Arif Nihat’ın bayrağa olan sevgisinde bulmak mümkündür. Keza aynı annenin yavrusuna gelecek zarar karşısında alacağı hırçın tavır kendini bu dizelerde hissettirmektedir. Bütün bu duygu perspektifi Arif Nihat’ı gönüllere yerleştirmiştir.
Şehitler tepesi boş değil,
Biri var bekliyor.
Ve bir göğüs, nefes almak için;
Rüzgâr bekliyor.
Türbesi yakışmış bu kutlu tepeye;
Yattığı toprak belli,
Tuttuğu bayrak belli,
Kim demiş meçhul asker diye?
Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor dizeleri çoğumuzun ilkokul sıralarında ezbere okuduğu bir şiirdir. Lakin Arif Nihat Asya’yı sadece bu kulvara hapsetmek yanlıştır. Arif Nihat çok yönlü bir şairdir. Arif Nihat kimdir peki? Milliyetçi bir şair mi? Yoksa bir mutasavvıf mı? Ya da bir divan şairi mi? Ve yahut bir halk ozanı mı? İşte bu noktada Arif Nihat’ın renkli yüzü ortaya çıkıyor. Bu zengin kişiliği okudukça birçok güzelliğe şahit olacaksınız. Ve aklınıza hep şu nazik soru takılacak. ‘’Ey Arif Nihat! Sen hangi bağın gülüsün, hangi çeşmenin suyusun?’’
• Ergenekon’dan Anadolu’ya Arif Nihat
Ön adım ‘’Ağrı Dağı’’.
Soyadım ‘’Tanrı Dağı’’.
Dualar ve Âminler kitabının Kundaklar bölümünde yer alan bu mısralar Arif Nihat’ın medeniyet sentezini göstermektedir. Geçmişle gelecek arasındaki bağı çok veciz bir şekilde ortaya koymuştur. Bu ifade tam bir sehl-i mümtenidir. Arif Nihat adını Anadolu’nun mührü Ağrı Dağı’ndan almakla gelecek tasavvurunun kaynağını ve merkezini açıkça belirtmiştir. Ata yurdunun ise Türkistan olduğunu vurgulamıştır.
“Vam vagı-nung baş” şiiri ile Tanrıya Sesleniş şiirinin benzerliği Arif Nihat’ın: Ön adım ‘’Ağrı Dağı, Soyadım Tanrı Dağı’’ benzetmesine çok uygun düşmektedir.
“Vam vagı-nung baş” (Bilinen en eski Türkçe şiir… )
Körügme kün tengri
Siz bizni küzeding
Körügme ay tengri
Siz bizni kurtgarıng
Turunglar kamag begler kadaşlar
Tang tengrig ögelim
(Günümüz Türkçesiyle)
Gören Güneş Tanrı,
Siz bizi koruyun!
Görünen Ay Tanrı
Siz bizi kurtarın!
Kalkınız bütün beğler, kardeşler,
Tan Tanrı’yı övelim!
10. yüzyıldan önce yaşayan Türkler, Şaman dinine bağlıydılar ve Gök Tanrı’ya -o çağın ifadesiyle Tang Tengri’ye- inanıyorlardı. Bugün, Asya kaynaklarında MS 7 ile 10. yüzyıllar arasında yaşamış Türklere ait Şamanistik şiirler bulunuyor. Şiirin, MS 6. yüzyıl sonu ile 7. yüzyıl başları arasında yazıldığı kabul ediliyor.
Arif Nihat ise benzer bir yakarış ile Rabbine dua ve niyaz etmektedir.
Tanrı’ya Sesleniş
Elsizlere el, dilsizlere dil ver yeniden,
Lütfet, bize bin şanlı nesil ver yeniden,
Dünyayı alıp avcuna bir gün Tanrım,
Avcunda bu dünyaya şekil ver yeniden.
• Karacaoğlan’dan Arif Nihat’a
Karacaoğlan, Türk âşık edebiyatına yepyeni bir söyleyiş biçimi getirmiştir. Doğa tasvirlerini sık sık kullanır. Çok yalın ve temiz bir Türkçe kullanmıştır. Kendisinden sonra gelen birçok ozanı derinden etkilemiştir. Bu olumlu etkiler günümüz Türk şiirine kadar uzamıştır. Arif Nihat’ın bir başka yönü de halk şiiri geleneğimize olan yakınlığı ve yatkınlığıdır. Halk şiirinin, hece ölçüsünün, zengin kafiye dünyasının her yönünü okuyucusuna hissettirir.
Karacaoğlan’ın şiiri aşk ve doğa üzerinde kuruludur.
Yar oturmuş kurulur naz postuna
Hiç bakmıyor yarenine dostuna.
Yaz gelince çayır, çimen üstüne
Yar bâde doldurur, elleri bir hoş. (s.133)
Arif Nihat’ın ‘’Bahar’’ adlı şiiri aynı zevk ve duyuşun eseri olarak karşımıza çıkmaktadır.
‘’Baharı özledik artık…’’ diyor gelen kızlar,
Ki içlerinde baharın da özledikleri var!
• Fuzulî’nin Mecnûn’undan Arif’in Leylâ’sına
Leylâ ile Mecnun’un aşkları bir Arap efsanesine dayanmaktadır. Bu efsanede Mecnun mahlasıyla şiirler söyleyen Kays ibn. Mülevvah adlı bir Arap şairiyle Leyli (Leylâ) adlı bir Arap kızın arasında geçen ve ayrılıkla sona eren bir aşk hikâyesi anlatılmaktadır. Birçok şair tarafından işlenmiş olan bu konuyu Fuzulî, mesnevî türünde kaleme almıştır. Eser emsalleri arasında özel bir yere sahiptir.
Fuzulî’den:
Ya Râb belayı aşk ile kıl aşina beni
Bir dem belâ-yı aşktan etme cüdâ beni.
Az eyleme inâyetini ehli derdden
Yani ki çok belâlara kıl mübtelâ beni
Oldukça ben götürme belâdan iradetim
Ben isterim belâyı çü ister belâ beni
Gittikçe hüsnün eyle ziyâde nigarımın
Geldikçe derdine beter et müptelâ beni
Öyle zaîf kıl tenimi firkatinde kim
Vaslına mümkün ola getürmek saba beni
Nahvet kılıp nasib fûzûlî gibi bana
Ya râb mukayyed eyleme mutlak bana beni…
Arif Nihat bu geleneği devam ettirmiştir. Divan şiirinin duygu dünyasına kayıtsız kalmamış ve aynı duyuş ve edâ ile şiirler söylemiştir.
Men, bâgın içre nergîs ü reyhânınam senin:
Sermets-i ıtr-ı nergîs ü reyhân idem seni. (s.121)
Arif Nihat klasik şiirin bu güzel aşk hikâyesi ile halk şiirinin dedim dedi tarzını cem ederek sentez fikrini burada da uygulamıştır. Bilindiği üzere dedim dedi tarzı şiirler âşık ile maşukun karşılıklı söyleşmesi usulüne dayanır. Bu şiirlere ‘’aydum-aydı’’ adı da verilir. Âşık Ömer, Âşık Ruhsatî, Erzurumlu Emrah, Kul Nesimî bu tarzın halk şiirindeki önde gelen isimlerdir. Bu ifade tarzı, divan şairleri tarafından da benimsenmiş ve kullanılmıştır. Kadı Burhaneddin, Şeyhî, Hayalî, Fuzulî, Necatî gibi divan şairleri bu türün en seçkin örneklerini vermişlerdir. Bilindiği üzere geleneğimizde sevenle sevilenin arasına girmek hiçbir suretle hoş karşılanmamıştır. ‘Rakib’ler hatta ecel dahi bu durumdan nasibini almıştır. Belki de dedim dedi tarzının doğuş hikâyesi de bu nezaketin ve inceliğin bir tezahürüdür. Bu tarz şiirlerde gönül erbapları aracısız bir şekilde –buna şair de dâhil- birbirlerine seslenirler. Gül ile bülbülün sevdası farklı bir surette kendini gösterir.
Âşık Ömerden:
Dedim dilber yanakların kızarmış.
Dedi, çiçek taktım gül yarasıdır.
Dedim dane dane olmuş benlerin.
Dedi zülfün değdi tel yarasıdır.
Şeyhî’den:
Dedim visaline ermek dedi hayal-i muhal
Dedim cemâlini görmek dedi mübarek fal
Dedim yüzümü yüzüne dedi ki sürme yürü
Dedim tozunu gözüme dedi ki sürmedir al
Dedim Şeyhî’yi aşkın dedi ki öldüriser
Dedim harîmî gözüne dedi ki kanı halâl
Arif Nihat’ın ‘’Kokular’’ şiiri ise bu geleneği şöyle aksettirir:
Mecnun, dedi Leylâ: ‘’Nigârım, bu nasıl bû?’’
Leylâ dedi: ‘’Bir özge bâhar, özge fasıl bu.’’
Mecnun dedi: ‘’Doysam ebedî aşka sesinde!’’
Leyla dedi: ‘’Çöller gibi yansam nefesinde!’’
Mecnun dedi: ‘’ Oldum sana bin cân ile bende…’’
Leyla dedi: ‘’ Bulsun arıyanlar seni bende!’’
Mecnun dedi: ‘’ Yandım bu yanık gülkurusundan!’’
Leyla dedi: ‘’Leyla’nı tanırsın kokusundan.’’
Mecnun dedi: ‘’Rûhunla kalbinle benimsin.’’
Leyla dedi: ‘’ Gel; kanda kanım, tende tenimsin!’’
Tüm bu örnekler geleneğin ne denli önemli bir kaynak olduğunu bize göstermektedir. İslamî Türk edebiyatı hiçbir zaman İslam öncesi gelenekten bağını koparmamıştır. Çağdaş dönem şairlerinden Arif Nihat ise hem İslam öncesi Türk şiirini, hem halk şiirini, hem de divan şiirini kendi mayasıyla yoğurmuş ve en leziz eserlerini meydana getirmiştir.
Nasıl dağlar kâinatın savrulmasını engelleyen kütleler ise gelenek de kültürün örfün, kısacası milli ve manevi varlığın savrulmasını engelleyen dinamiklerdendir. Ön adım Ağrı Dağı, Soyadım Tanrı Dağı imgesi bu açıdan çok önemli bir duruşun göstergesidir. Kültürümüzün tekâmülü, ancak sekte-i kalbe sebep olan gelenek damarlarının yeniden hayat bulmasıyla mümkündür. Bu hamle gerekli olmakla beraber kesin sonuç elde etmek için kâfi değildir. İşte bu noktada Arif Nihat Asya bize yol göstermektedir. Bu uğurda tek pusulamız, kendini tekrar eden bir gelenekçilikten ziyade üretkenliği esas alan bir yerlilik olmalıdır.
Bir cevap yazın